BİLİM VE DİN BİRBİRİYLE ÇELİŞİR Mİ?

Abdurrahman Üzülmez

03-06-2024 20:14

Başlıktaki soruyu okuyanlar dinî inanca sahipse bu soruya “çelişmez”, dine kayıtsız ya da dinsiz ise “çelişir” diyecektir büyük ihtimalle. ‘Çelişmez’ diyenler de ‘çelişir’ diyenlerin de bir noktada birleştiklerine dikkat çekelim. İki taraf da bilime mutlak bir otorite atfediyorlar. Bundan dolayıdır ki dindarlar bilimin dinle çelişmediğini ispatlama çabası içinde olabilirler. Aynı sebepten dine kayıtsız ya da dinsiz olanlar da dinin bilimle çeliştiğini düşünmektedir. Tabi bu bugün ortaya çıkmış bir sorun değildir. Avrupa’da beş yüz yıllık bizde ise neredeyse iki yüz yıllık bir tarihin ürünü. Gene batı dünyasında kilise ile kilise-karşıtı siyasal ve entelektüel seçkinler arasındaki çatışmayla da yakından alakalı. Ondan önceki dönemlerde böyle ya da benzer bir soru gündemde değildi. Bir başka tabirle bu soru modern dönemlerin ürünü.

Bu soru aynı zamanda “bilgi” problemi ile de ilgili. Yani her bilgi birbiriyle aynı düzlemde yer almaz. Mahiyeti farklıdır. Mahiyeti farklı olan iki şeyi karşılaştırmak da doğru olmayabilir. Geleneksel İslamî literatürde üç çeşit bilgiden bahsedilir. a- İlme’l-yakîn, b-Ayne’l-yakîn ve c-Hakke’l-yakîn. İlme’l-yakîn bir şeyi ilimle bilmek anlamına gelir. Bu akıl ve(ya) nakil yoluyla herhangi bir konu ya da nesne konusunda bilgi sahibi olmak demektir. ‘Ayne’l-yakîn’ müşahede (gözlem) yoluyla elde edilen bilgidir. Bilginin en üst mertebesi olan ‘hakke’l-yakîn’ ise bizzat yaşayarak, tecrübe sonucu elde edilen bilgidir. İmam-ı Rabbanî’ye atfedilen bir örneği kendimize uyarlayarak açıklarsak, ‘ilme’l-yakîn’ hayatında hiç kar yağdığını görmeyen -varsayalım Adanalı- bir vatandaşımızın kitaplardan kar denilen şeyi öğrenerek bilmesidir; ‘ayne’l-yakîn’ kar yağdığını görmesi ve ‘hakke’l-yakîn’, kara dokunup şeklini, soğukluğunu, dokusunu, varsa tadını, kokusunu vs. bizzat yaşayarak öğrenmesidir.

Bahsettiğimiz bu bilgilerin her birini bir diğeri ile karşılaştıramayız. Çünkü her birinin seviyesi farklıdır. Ayını düzeyde gerçekliği ifade etmezler. Karşılaştırma yapılacak iki “bilgi”nin bundan dolayı aynı düzlemde olması gerekir. Nasreddin Hoca’ya atfedilen ünlü fıkrayı hatırlayınız. Hutbe okumak için minbere çıkan Hoca “bugün ne anlatacağımı biliyor musunuz ey cemaat?” der. Cemaat hep bir ağızdan “hayır” der. Hoca “bilmiyorsanız niye anlatayım?” der ve hutbeyi okumaya gerek görmez ve minberden iner. Bu durumda hoca ‘hakke’l-yakîn’ bilgiden bahsetmektedir. Bu bilgi ancak yaşayarak öğrenilebilir. Bu durumda Hoca’nın hutbe okuması anlamsızdır. Hoca bir hafta sonra gene aynı soruyu sorduğunda bu defa “evet, biliyoruz” cevabını alınca bu defa da “biliyorsanız niye anlatayım?” der ve gene minberden iner. Bu durumda ise Hoca ‘ilme’l-yakîn’ ‘bilgiden bahsetmektedir. Bu durumda da cemaat Hoca’nın okuyacağı bilgiyi zaten bildiğinden mantık gereği hutbeyi okumasının gereksiz olduğu açıktır. Üçüncü hafta bu defa kendi aralarında sözleşmiş olan cemaatin bir kısmı “evet” bir kısmı “hayır” der. Hoca bu defa da “bilenler bilmeyenlere anlatsın” der ve gene minberden iner. Bu durumda hoca ‘ayne’l-yakîn’ bilgiyi sözkonusu etmektedir. Varsayalım yukarıdaki örnekte bahsettiğimiz karın yağdığına şahit olan şeklini, soğukluğunu vs. bilen Adanalı vatandaşımız bunu bilmeyen bir Afrikalı ile karşılaşmış ona anlatıyor.

XX. yüzyıl bilim felsefecilerinden K. R. Popper ise bir neo-pozitivist olarak “bilgi”yi basitçe ikiye ayırır. Bilimsel bilgi, metafizik (bilimdışı) bilgi. Bilimsel bilgi deney ve gözleme dayanır. Ancak Popper bilimsel olan ve olmayan bilgi arasında sınır çizerken “yanlışlanabilirlik” ilkesini ön-plana çıkarır. Bir başka tabirle yanlışlanması mümkün olmayan bilgi bilimsel bilgi değildir. Olsa olsa “metafizik”tir. Onun bu tasnifine göre sadece dinsel bilgi değil aynı zamanda Marksizm gibi bazı ideolojiler “metafizik” bilgi kapsamındadır, bilim dışıdır.

Bu açıklamadan sonra şu soruyu sorabiliriz? Bir “bilgi” olarak “din” ve “bilim” karşılaştırılabilir midir? Bir başka tabirle “dinsel bilgi” (inanç) ile deney ve gözlem ürünü olduğu kabul edilen “bilimsel bilgi” birbirinin muadili midir? Şüphesiz hayır. Ancak buna rağmen sürekli bu karşılaştırma yapılır. Bu karşılaştırmanın en saçması da din adına yapılanıdır. Çeşitli bilimsel bilgiler ile dini metinlerde de-varsayalım Kur’an-ı Kerim’de- var olduğu ya da teyit edildiği şeklinde söylemlere çok rastlanır. Vaktiyle makbul şimdi ise na-makbul olan malum cemaatin 1980’li yıllarda çıkardığı bir dergide baştan sona bu tür söylemlere yer verilirdi. Daha önemlisi ise Said Nursî’nin kitaplarında da bilimsel bilgi yoluyla dinsel bilginin açıklanmasına sık rastlanır. Bu cemaatin çeşitli kollarına mensup mü’minler arasında bu söylem hâlâ yaygındır. Hatta (Türkiye’de) bugün mü’minler arasında genel kabul görmüştür.

Dinsel bilginin bilimsel bilgiyle karşılaştırmanın ima ettiği sonuç nedir? Her şeyden önce bilimsel bilgi ile dinsel bilginin karşılaştırılması, ikisinin aynı ve eşit düzlemde olduğunu kabul etmek demektir. Mü’minlerin için dinsel bilgi/inanç “ilahî” nitelikte olduğundan mutlaktır. Bilimsel bilgi ise sonuçta insan çabasının ürünüdür. Dolaysıyla normalde mü’minlerin bunu kabul etmesinin mümkün olmadığı açıktır. Ne var ki mü’minler mütemadiyen dinsel bilginin doğrulanması maksadıyla bilimsel bilginin otoritesine başvurmaktadır. Aynı durum tersten de doğrudur. Bilimsel bilgi ile “dinsel bilgi”nin yanlışlanması için karşılaştırılması da ikisinin birbiri ile aynı düzlemde değerlendiğinin göstergesidir. Bu durum bilimin çağımızda elde ettiği karşı konulmaz prestijinin bir sonucudur. Ancak bu prestijden yararlanmaya kalkan mü’minler dini/inancı bu şekilde ikincilleştirerek en başta savundukları dine (inanca) zarar vermektedir.

Son olarak başta sorduğumuz soruyu cevaplandıralım. Evet pekâlâ bazı hallerde bilim ile din birbiri ile uyuşmayabilir. Ancak bu gayet normaldir. Zira bilimin amacı ile dinin amacı birbirinden farklıdır. Diğer taraftan mü’min için din değişmez hükümlere sahiptir. Bilim ise sürekli değişir. Dolaysıyla dinin bilimin (mutlak) otoritesini kabul etmesi onun üstünlüğünü kabul etmesi yanında, değişmesi halinde kendini de o değişime uyarlamasını gerekli kılacaktır. Bu da din için düşünülebilir bir durum değildir.

Kısacası gerek mü’minler ve gerekse dine kayıtsız/sekülerlerin bilim ve dini birbirinin rakibi olarak görmemeleri gerekir. Bu sebeple birinin diğerinin alanına müdahale etmemesi demektir. Toplumsal hayatın doğal bir parçası olsa da “din”in/dinsel inancın bazı kurum ya da kişiler tarafından kendi doğrularını dayatarak baskı aracı olarak kullanılmaması da bu dengenin kurulması için önemlidir.

 

DİĞER YAZILARI MİLLİYETÇİLİK VE EVRENSELLİK 01-01-1970 03:00 “EZANSIZ SEMTLER” 01-01-1970 03:00 KİTAP YAYINCILIĞI 01-01-1970 03:00 GARBİYATÇILIK 01-01-1970 03:00 DÜĞÜN 01-01-1970 03:00 “MAARİF MODELİ” DERKEN? 01-01-1970 03:00 ‘ZEYNEP’ ÖZNE OLABİLİR Mİ? 01-01-1970 03:00 TANPINAR VE ATAÇ 01-01-1970 03:00 BAYRAM, BİR HATIRA VE … 01-01-1970 03:00 SIRADAN İNSANLAR VE KAHRAMANLAR 01-01-1970 03:00 ‘MUHALEFET’ OLMAK 01-01-1970 03:00 AHMET HAŞİM VE ORYANTALİZM 01-01-1970 03:00