Birçok bakımdan ileride olduğunu düşündüğümüz çağımız, temel insan haklarını koruma ve ihlalleri engelleme konusunda maalesef geriye doğru gitmektedir. Savaşın, terörün ve şiddetin birer siyasal aparat hâline getirildiği günümüz dünyasında, emperyalist devletlerin amaçları uğruna her şeyi reva görmesi, sözüm ona insan haklarını koruma ve geliştirme amacıyla kurulmuş uluslararası kuruluşların bu ihlallere seyirci ya da alttan alta destek olması, yaşadığımız gerilemenin ve yıkımın en büyük göstergesidir.
20. yüzyılda insanlığın şahit olduğu iki dünya savaşı, insanların haklarının ihlal edilmesi hâlinde ortaya çıkabilecek tabloları acı tecrübelerle gözler önüne sermiştir. Bilhassa II. Dünya Savaşı ve sonrasında meydana gelen yoğun ve sistematik hak ihlalleri, iş birliği içerisinde hareket etmenin önemini ve gerekliliğini ortaya koymuştur. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile insan haklarının kurumsallaşması yolunda önemli bir adım atılmıştır.
‘İnsan Hakları’, bütün milletleri birlikte ve barış içinde yaşatmayı amaçlayan, bağlayıcı bir üst değer olarak kabul görmüş; her insanın, her örgütün ve her devletin uymak zorunda olduğu temel ilke olarak benimsenmiştir. Siyasal iradelerin egemenlik tarz, alan ve anlayışları, haklara zarar vermeyecek, hak ihlallerini önleyecek biçimde tanımlanmıştır. Hatta sosyal hukuk devletlerinin meşruiyeti, hak ve özgürlüklere riayetiyle ölçülür olmuştur.
İnsan haklarının meşru, yasal dayanağı ve sığınağı diyeceğimiz bu beyanname, 74 yıldır hukuki bir metin olarak kabul edilmesine rağmen, ne yazık ki kalıcı, etkili, önleyici yasal ve ahlaki değer olarak yaşanır kılınamamıştır. Bugün dünyanın birçok coğrafyasında evrensel beyannamenin kabulünü zorunlu kılan ihlal ortamını aratmayacak yaygınlık ve yoğunlukta insan haklarına ve değerlerine karşı korkunç saldırılar, işkence ve zulümler devam etmektedir. Yüz milyonlarca insan savaş ve terör kaynaklı mağduriyetler yaşamaktadır. Artarak devam eden kitlesel kıyım ve katliamlar, toplu ilticalar, insan kaçakçılığı, salgın hastalıklar, açlık ve bütün bunların yol açtığı küresel insanlık trajedileri, gündelik hayatın sıradan ve normal olayları gibi kanıksanır olmuştur.
Hak ihlallerinin dayanılmaz boyutlarda kitlesel yıkım ve kıyımlarla sistemleştirilmesi, adeta politik baskı araç ve yöntemine dönüştürülmüştür. Esasen insanlık barışının çökmesiyle yaşanan bütün bu sıkıntı ve sefaletin ana sebebi, doymak, tatmin olmak bilmeyen kapitalizmin işgale, talan ve sömürüye dayalı emperyalist politikalarıdır. Ne hazin ve acıdır ki, başta BM olmak üzere kimi sözde insan hakları örgütlerinin, hak ihlalleri karşısında insanlık vicdanı adına cesur bir tepki bile veremeyecek ölçüde işlevsiz kalmaları, mazlum ve mağdurların umudunu zayıflatmakta, zalime imkân, zaman, güç ve cesaret kazandırmaktadır.
Başta devletler olmak üzere kuruluşların, özellikle de medya ve iletişim mecralarının, yazarların, gazetecilerin, insan haklarını kayıtsız şartsız, çifte standartsız, samimiyetle başat değer olarak koruyup canlandırmaları insan soyunun varoluşsal mecburiyeti hâline gelmiştir.
Memur-Sen ve Eğitim-Bir-Sen olarak, 30 yıldır hak ve özgürlük mücadelemizi, adil, barış ve adalete dayalı bir dünyanın özlemi, ideali ve hayaliyle sürdürdük, sürdürüyoruz. Hak adına haksızlığa ortak olmadık, destek vermedik. İstismar, ayrımcılık, sömürü, şiddet, açlık, sürgün, iltica gibi, insan varlığına ve onuruna yakışmayan hak ihlallerinin olmadığı adil, huzurlu bir dünya temenni ediyoruz..