“Çocukluk”  deyip geçmeyin, apayrı bir yeri var insanın içinde, oyunlarıyla eğlenceleriyle… İlerleyen  yaşlarda çocukluğumuzu anımsadıkça  o büyülü yaşamın mutluluğu  nasıl da yansır gönlümüzden  yüzümüze. Geçmişi yaşantımızdan silemeyeceğimize göre, en güzel şekilde yad etmek lazım, çirkinliklere üzülerek, güzellikleri hissederek… Hafif içten bir tebessümle; nerede? O çocukluk ve çocukluğumuzdaki ramazanları diye hayıflanır, çocukluğumuzdaki bayramları hep arar o günlerin canlılığından,  mutluluğundan sitayişle bahsederiz.

Bulunduğumuz yaş itibariyle daha yaşanmayacağına göre çocukluk anıları belleğimizin bir yerinde bir albüm gibi saklı durur. Bu hınca hınç yaşamın tersine, her şey sade ve sakindi… Aslında aradığımız ne eski bayramlar, ne ramazanlar, ne de kendi çocukluğumuzdur. Aradığımız, bir türlü gönlümüze resmedemediğimiz mutluluktur.   

Çocukluk yıllarımızın  Orucu bir başkaydı.  Sahura kalkacağımız günün öncesinden hazırlıklar başlardı. Sahura ilk topla kalkılırdı.  Evde herkeste bir değişiklik sezilirdi. Mahallemiz daha elektrikle tanışmamıştı. Şehirde olmamıza rağmen çoğu evlerde gaz lambası, şinanay, idare lambaları lüksünü koruyordu. Tandırlık dediğimiz yerde ocak üzerinde çalı çırpı, odun, tezek,  puş ateşinde, kalaylanmış bakır kablarda pişen yemekler, yine bakır sini, sahanlara konulup sunulurdu. Uykulu gözlerle buğulu yemeklere uzanırdı ellerimiz.  

 

Sahur çayı;  ninemin “üçayak” dediği demirden ocağa çay suyu bırakılarak yapılırdı. Biz sahuru bitirene kadar çay suyu fokur fokur kaynardı. Yarı uyuklar bir şekilde sahur yenilip çaylar içildikten sonra,  herkes yatağına çekilirdi. Sahur sonrası derin bir uyku bizleri bekliyordu.  Babam sıklıkla baktığı köstekli saatine zamanı yakalama peşindeydi.  “Tamam, daha yemek yenilmez” dediğinde son sahur topu atılırdı. Biz uykuya dalarken, o abdestini alır caminin yolunu tutardı. Bizler çoktan tatlı rüyalarla haşir neşirken okula gitmek içinde olsa,  uyandırılmayı istemezdik.

Bize bir zamanların ramazan orucunun ilk gününü anlatır mısınız? Ramazan orucunun ilk gün nasıl geçti bilemezsiniz, bilmeden çoğu arkadaş gibi ben de zaman zaman bir şeyler yedim. “Kabul oldu, olmadı” sözleri ardından ninemin “yarım günleri birbirine ekleriz, sen yarım gün tutsan da olur ” sözleri,   oruç tutmak için teşvik edilmeydi. 

İftar yemeği için bir uğraş başlardı. Bu daha çok ilk günler içindi. Ondan sonra normal günler gibi akşam yemekleri devam ederdi. Ramazan ayının içindeki “aziz gün” olarak kabul edilen “Kadir ” gecesinde  “pişe ya da yağlı ekmek” denilen,  yağda kızartılan şekerli, yağlı ekmekleri komşulara dağıtmak için, kardeşlerimizle bir yarış halindeydik.  Yıllar sonra bunun yerini şekil şekil tatlı çeşitleri aldı ise de,  ben pışeden aldığım tadı hiçbir tatlıdan almadım desem inanın.     

O zaman iftar topu Ulu Cami’de atılırdı. Ulu cami bu dinlere, milliyetlere,  nice devirlere tanıklık etmiş, değişimlere boyun eğmiş, nice devir ve devranlar geçirmiş. Kimi zaman bir mabet, havra,  kimi zaman bir kilise olarak gelenleri ağırlamış uzun ve görkemli minaresinden onlara çan sesini ulaştırmış. Şimdi ise ezan sesinin dört bir yana yankılamasının görkemiyle durmakta.

    Hepimiz evlerin damına çıkar, Ulu Cami minaresinden topun atılmasını gözlerdik. Şehirde fazla bina olmadığı için Ulu Cami şehrin her tarafından görülürdü.  Atılan topu zevkle seyrederdik. Topun nasıl atıldığını merak eder, çoğu zaman Ulu Cami’nin bahçesine gider, minarenin etrafında döner,  kendi kendimize yorumlar yapardık.

 

İftarınızı nasıl açardınız iftariyelik olarak neler satılırdı?

 

Ramazan ayı boyunca tabaklarda seyyar satıcıların başı üstünde iftariyelikler satılırdı. İftar topunun atılmasına yakın seyyar iftariyelik satıcısı çıkagelirdi. Satıcının güzel sesi ile “geldi ha begim geldi…” sözleri ile başlayan tekerlemesine katılırdık. Bu sözler bizi  yanına çekmesine yeterdi. “çantalar, tabancalar / kazlar, ördekler / aylar, yıldızlar, / iftariyelik çörekler ” diye nakaratlar yaparak, tatlı nağmelerle küçük, büyük herkesi etrafına toplardı. Her satıcı gibi onun da kendine has bir bağırması vardı. Kahkeee… deyip geçen simit satıcıları… Küncülü, şekerlerli kahkeler  gevrek..gevrek deyip bağırmaları bizlere ayrı bir haz verirdi. Hele o sıcak peksimetlerin tadına doyum olmazdı…  

 O sesleri o zamanlar her çocuk gibi bende fazlasıyla duymak isterdim.   Başı üzerinde gezdirdiği tabağı kolunda taşıdığı  üç ayaklı sehpanın üzerine yerleştirirdi. Hamurdan yapılmış şekiller yanında, şekerden yapılmış hayvan minyatürleri, çeşitli motif ve renklerle süslenmiş şekillerin dizili olduğu tabakanın etrafında toplanırdık. Benzersiz lezzetleri sarardı damağımızı… Tabakanın üstüne ince temiz beyaz bir bez seriliydi. Alacaklarımızı verdikten sonra hemen üstünü kapatırdı. Kimsenin ellemesine müsaade etmezdi. Şimdiki tatlıcı ve simit satıcılarının açıkta satışlarını gördükçe,  kırk yıl önceki insanların temizliğe gösterdiği hassasiyete ve özeni andıkça  hayıflanırım.     

 

O zamanlar top var mıydı, varsa nerede  atılırdı?

 

Satıcıdan aldığımız değişik hayvan motiflerinden yapılmış çörekleri elimizde tutardık. Çocukluk yıllarımızın Ramazan Ayı’ndaki en güzel eğlencesi Ramazan Topu’ydu. Uzaktan gözlediğimiz Ulu Cami Minaresi’nden incecik bir alev topu göğe yükselir, ardından hafif bir duman ve ağır bir gümbürtü kopardı.  Sabırsızlıkla beklenen ezan; minareden dili damağı kurumuş iftara yetişmek için alelacele bir müezzinin sesinden duyulurdu. Duayı beklemeye sıra gelmezdi.  Oruç tutan tutmayan herkes aldığı çörekleri, şekerleri dişler iftar ederlerdi.  O zaman böyle gümbürtülü, gürültülü mikrofonlar yoktu. Evlerde bulunan tek tük antenli radyoların cızırtıları arasında iftar saatini takip eden yaşlılar da yok değildi. 

 

Top patlamadığı günler,  iftar olduğunu bir şekilde duyanlar birbirlerini haberdar ederlerdi. Bazen bu tartışma dakikalarca sürerdi. Kimisi karanlığa bakar ayı,  yıldızları gösterirdi. Kimisi saatine bakar vaktin tamam olduğunu belirtirdi.  İnsanların emin olması için “siz iftar edin günahınız boynuma” sözleri ile iftar edilirdi. Bir güven, bir hoşgörü dinin güzellik vasfıyla noktalanırdı.  

Topun atması ya da iftarın olduğu haberi verildikten sonra insanları bir neşe sarardı. Uykulu gözlerle başlayan mahmur sahurlar, geçirilen günün yorgunluğunun yerine şen iftarlar doldururken açlığın verdiği tüm sıkıntılar unutulurdu.   İftardan sonra babamın “xude (huda) kesi bı bırçibune terbiya neke”(Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin) sözleri onun doyduğunu gösterirdi. Ardından "me iro xwar sibe lite" bugün yedik yarından diyerek şükrederdi.

Sokaklardan el ayak çekilir, kurulu sofralara herkes oturunca,  dev bir uğultu birden sessizliğe gömülen koca mahalle, koca şehir, gecenin karanlığına rağmen iftar sonrası sokaklar şenlenirdi. 

 

Siz araştırmacı yazarsınız bir zamanlar ay görülmediğinde Ramazan ayının başlangıcı nasıl tespit edilirdi?

 

Eskiden mutlaka bir köyde bir çevrede bir saat bulunurdu. Yada ilçeye, şehre gidip gelenler önceden onları haber dar ederdi. Haberi alan sahura kalkacağı günü yüksekçe bir yerde ateş yakarak ramazanın geldiğinin işareti verilirdi.

Urfa'nın şehir merkezinde hilali görmek için şehrin 7-8 km dışında olan Kadıkent adıyla bilinen köyde bir tepeye çıkılır. bir leğen su en yüksek yere indirilirdi. Ayın ilk ışığı düştüğünde o günün ramazan olduğu anlaşılırdı. Tabi günümüzde modern aletler gelişti, rasathane denilen yerde  her türlü olanaklarla çeşitli olanaklar elde edilmiştir. 

Şair ve Yazar Misbah Hicri’den Gaphaberleri.com'a  Özel Röportaj