Coşkun, yaptığı yazılı açıklamada,”Sözleşme bugüne kadar 46 ülke tarafından imzalanmıştır. Birleşik Krallık’ın da içerisinde yer aldığı 11 ülke sözleşmeyi imzalamış fakat onaylamamıştır. Yine Azerbaycan ve Rusya Federasyonu sözleşmeyi ne imzalamış ne de onaylamıştır. Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya,

Litvanya, Polonya, Romanya ve Slovak Cumhuriyeti İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan ülkelerdir.

Türkiye ise sözleşmeyi kamuoyunda yeterince tartışmadan, hukuki ve toplumsal yapımızı denkleme

katmadan, çekincesiz olarak imzalayarak onaylayan ilk ülke olmuştur. Sözleşmeyi çekincesiz imzalayan Türkiye temel sorunları tartışmadı İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetin önlenmesinde cinsiyeti merkeze alan, hukuki anlamda bağlayıcı ilk uluslararası metindir. İstanbul sözleşmesinin hazırlık aşamasında yapılan en önemli

tartışmalardan birisi ulusal mevzuatların uzlaştırılmasıyla ilgilidir. Bu durum hali hazırda sözleşmeyi

çekincesiz imzalayan ve onaylayan bir ülke olarak halen önümüzde duran temel sorunlardan biridir. Zira

sözleşme kadına karşı işlenen suçu devlete karşı işenmiş bir suç olarak nitelendirmekte ve sözleşmeyi

onaylayan devletlerin tüm hukuk yapısında toplumsal cinsiyet eşitliğini merkeze alan bir restorasyon

yapmayı zorunlu tutmaktadır. Sözleşmenin orijinal metninde ‘aile’ ibaresi geçmediği hâlde sözleşme

Türkçeye çevrilirken adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla

Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olarak çevrilmiştir. Sözleşmenin çevirisinde gözetilen

‘aile’ hassasiyeti maalesef sözleşme imzalanırken gözetilmemiştir.

Sözleşmede yer alan kavramlar insanın varoluşuna saldırıdır

Açıklıkla söyleyebiliriz ki Batı’da üretilen kadın söyleminin temelinde kadınların evrensel endüstriyel

düzene entegre edilmesine yönelik stratejiler vardır. İstanbul Sözleşmesi müzakerelerinde Türkiye

delegesinin beyan ettiği üzere, İstanbul sözleşmesinin gündeme ve vücuda gelmesinde önemli

motivasyonlardan birisi finansal kaygılardır. Tartışmaların odağında duran “toplumsal cinsiyet eşitliği”

,“cinsel yönelim”, “cinsel eğilim”, “toplumsal cinsiyet kimliği” gibi kavramlar dün olduğu gibi bugün de aynı

tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Çünkü bu kavramlar sadece biyolojik cinsiyete değil adeta

insanın varoluşuna saldıran bir zemini inşa etmektedir.

Tepkiler haklı gerekçelere dayanmaktadır

Sözleşmenin müzakere edildiği toplantılarda ülkemizi temsil edenlerin oldukça alışık olduğu bu

tartışmaların bugün ülkemizde geniş bir kamuoyu nezdinde yapılmasından duydukları rahatsızlığı

anlamak da mümkün değildir. Oysa Rusya, ‘partnerler arası şiddet’ ifadesinde partnerler aynı cinsten

olabilir diyerek sözleşmeye karşı çıkarken, Vatikan ‘toplumsal cinsiyetin’ uluslararası hukukta karşılığı

olmayan bir tanım olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. İsveç ve İngiltere’nin ise, kadına uygulanan her

şiddeti insan hakları ihlali olarak görmenin sakıncalı olduğuna dair şerhlerini hatırlamak gerekir.

Bulgaristan geçen yıl sözleşmenin anayasalarına aykırı olduğuna hükmetti. Aynı süreçte Hırvatistan,

sözleşmenin eşcinsel evliliklerini legalize etmeye imkân tanıyacağı, ‘cinsiyet ideolojisi’ üretmek istediği ve

Hıristiyan değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle güçlü bir direniş göstermişti. Almanya, mevcut

hukuklarında, ailenin önemi ve insani nedenlerle oturma izinlerini önkoşulları ve yasal sonuçları farklılığı

gerekçesi ile madde 59’u uygulamama hakkını saklı tutarak sözleşmeyi ancak Şubat 2018 de

imzalamıştır. Polonya Cumhuriyeti, sözleşmeyi ancak Polonya Cumhuriyeti Anayasası ilkelerine ve

hükümlerine uygun olarak uygulayacağını beyan etmiştir.

Genelde sözleşmeye getirilen eleştirilerin odağında farklı cinsel yönelimlerin meşrulaştırılması ve aile

kurumunun zayıflatılması yer almıştır. Bir tarafta aileyi Türk toplumunun temeli olarak tanımlayan

anayasa, öte tarafta çiftleri, aynı evde yaşayan ve cinsiyetlerine bakılmaksızın şiddete karşı korumayı

esas alan uluslararası bir metin. Bu iki metnin hukuki olarak da toplumsal olarak da çatışma

üretmemesini beklemek mümkün değildir. Bu yönü ile kamuoyunda sözleşmeye; aileyi zayıflatan, farklı

cinsel yönelimleri akredite ederek nesli ifşat eden bir anlaşma olarak tepki gösterilmesi haklı gerekçelere

dayanmaktadır.

Toplumsal cinsiyet kavramı kültürel değişimin aracıdır

Bu bağlamda Memur-Sen olarak bugüne kadar İstanbul sözleşmesinin tematik yapısından, bağlayıcı bir

hukuk metni olarak içerdiği muğlak kavramlarına, hukuk sistemimizde meydana getireceği sorunlardan, aile yapısında yaratacağı sosyal maliyetlere kadar bu meseleyi çok yönlü olarak birçok platformda dile

getirdik.

”Toplumsal rollerin dağılımındaki fıtri farklılıkları görmezden gelerek salt eşitlik arayışı içinde

değerlendirmenin aile kurumunun geleceğine dair kaygı uyandırmaktadır” tespitinde bulunmuştuk.

Her alanda uygulanmaya çalışılan bu sözleşme durdurulmalıdır

İstanbul Sözleşmesi’ni münferit birkaç sonuç üzerinden tartışmak bizi doğruya ulaştırmaz. Bugün göçten

örgütlenmeye, eğitimden istihdama, er erbaşlara verilen “Mehmetçik İçin Yurttaşlık Eğitimi”nden

KASAUM’lara, kamu görevlilerine verilen hizmetiçi eğitime değin hemen her alanda ana akımlaştırılan bu

sözleşme derhal durdurulmalıdır. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde alternatifsiz

ve vazgeçilemez bir anlaşma değildir. Küresel bir sorun olan şiddete karşı geleneği, örfü, dini olağan

şüpheli ilan etmek bizi hiçbir yere vardırmayacaktır.

İstanbul Sözleşmesi ile ulaşılmak istenen sonuç son derece yıkıcıdır

Toplumu ifsat eden, aileyi hedef alan İstanbul Sözleşmesi ile ulaşılmak istenen sonuç son derece

yıkıcıdır. Tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi milletçe bu büyük ve kapsamlı saldırıyı önlemek için harekete

geçilmelidir. Cinsiyetsizleştirmeden eş cinselliğe kadar her türlü sapkınlığı kadına karşı şiddeti önleme

parantezine alarak meşrulaştırmak bu topluma yapılacak en büyük kötülüktür. O nedenle, Türkiye Büyük

Millet Meclisi’ni bu konuda göreve çağırıyoruz. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmelidir.

Sözleşmeyi dayanak kılarak çıkarılan ve bahsettiğimiz sakıncalı sonuçları doğuran düzenlemeler de iptal

edilmelidir. Kadına karşı şiddeti ve kadınların yaşadığı her türlü sorunu çözmek için istişareye dayalı

çalışmalar yapılmalı, sosyal tarafların görüş ve önerileri alınmalıdır.”