Türkiye siyasetini ve seçim sürecini ‘’dine karşı din’’ perspektifiyle değerlendirmek, bizlere sağlıklı analiz ve nelerin olup bittiğine dair etraflıca bir gözlem yapabilme imkânını sağlayabilir.

       Seçimlere çok az bir zaman kaldı ve buna bağlı olarak siyasi partiler arasındaki dişli rekabet iyiden iyiye kızışmaya başladı.

Türkiye halkı, seçimlerin nasıl bir sonuç getireceğini büyük bir merakla bekliyor kuşkusuz. Öyle ki, hükümet partisi AKP açısından bile çok rahat bir seçimin yaşanmayacağı şimdiden belli oluyor. Bir de çok kritik bir gündem maddesi var: HDP’nin seçim barajını aşıp aşamayacağı ikilemi. Yine kafalarda, CHP’nin kısmen ve MHP’nin genel olarak anketlerde yükselen oyları, gerçek seçimlere ne kadar yansıyabilecek yönünde bir soru işareti duruyor.

      İşte böyle heyecanlı ve sonucunu bugünden kestirmenin çok ama çok zor olacağı bir seçime doğru adım adım ilerliyoruz. Haziran seçiminin normal ve sıradan bir seçim olmayacağı gerçeğiyle paralel minvalde, seçim sürecinde akıllara ziyan derecede birçok entrikanın dönebileceği ihtimali, öyle hiç de yabana atılmamalıdır. Dolayısıyla bir aydan az zaman kalmış olabilir, ancak son güne kadar her an olağanüstü gelişmelerin tezahür edebileceği bir atmosfer içerisindeyiz.

Siyasi partiler arasındaki tartışmaların yüzde doksanı, din - inanç konularından müteşekkil görünüyor. Neredeyse dinden başka hiçbir şey konuşulmuyor. Muhalefet partileri seçim beyannamelerini açıkladığında, üç parti de gayet makul ekonomik vaatlerde bulunmuştu. Özellikle asgari ücret konusunda, geçmiş seçimlerin aksine son derece gerçekçi bir tablo çizildi.


CHP, MHP ve HDP belki de vaat ettikleri asgari ücretin ortalama bir ailenin geçinmesine dahi yetmeyeceğini bildikleri halde, sırf vatandaşın güvenoyunu kazanabilmek adına makul bir asgari ücret sözünü verdiler. Ancak iktidar partisi onu da, kaynağı nereden bulacaksınız klişesiyle ve çeşitli akıl oyunlarıyla absorbe etmeye çalıştı. Bir ara ekonomik vaatler ve asgari ücret mevzusu böyle konuşuldu, geçildi. Ama onun dışında, seçim sürecinde dinden başka herhangi bir şey konuşulmuyor desek yeridir .


    Din olgusunun sosyolojik ve tarihsel önemi göz önüne alındığı zaman, dinin insanlığın var olduğu günden bugüne kadarki zaman diliminde ortaya çıkmış en büyük bir realite konumunda olduğu rahatlıkla idrak edilebilir.

 

   Din olgusunun, insanlığın en büyük realitesi konumunda olmasıyla beraber zaman içerisinde son derece ehemmiyetli ve can alıcı birtakım gelişmeler vuku bulmuştur. Bunların başında, iktidarların din kavramını kurumsallaştırıp kendi çıkarlarına göre şekillendirmesi ve otoritelerinin bekası için dini araçsallaştırmaları geliyor. İnsanlık var olduğu günden itibaren din varolmuştur,din ortaya çıktığı ilk zamandan bu yana ambiyane tabirle ‘’dini kullanma’’ politikası da sürekli biçimde mevcudiyetini korumuştur.

       AKP de tarihteki tüm iktidarların uyguladığı bir stratejiyi, dini araçsallaştırma siyasetini hayata geçirmek üzere elinden gelen her türlü çabayı gösteriyor.

7 Haziran seçimleri yaklaşırken AKP cenahı, din üzerinden siyaset yapmanın en iyi örneklerini sergilemeye başladı. Zira yapacak ve söyleyecek başka bir şeyleri kalmadığından, tek çare olarak dini kullanma yoluna gidiyorlar. Rakip siyasetçileri din üzerinden vurmaktan tutun, Kur’an’ı meydanlarda gezdirmeye kadar bir sürü din oyununu devreye sokmuş vaziyetler. Çünkü din, insanların zayıf karnıdır.

 

 AKP’NİN BAHSETTİĞİN DİN, İSLAM’DAN FARKLI BİR DİNE BENZİYOR.

İslam’dan ziyade ondan sonra ortaya çıkmış, özden kopuk ve afyonlaştırılmış bir dinin izlerini taşıyor. Yani Ali Şeriatının ‘’karşı din’’ adını verip ‘’şirk dini’’ olarak nitelendirdiği dine, son derece yakın bir yerde duruyor. Buna kısaca, dine(İslam) karşı din diyebiliriz aslında.

 

ŞAYET AKP İKTİDARININ SAVUNDUĞU ŞEY, DİNE(İSLAM’A) KARŞI DİN OLMASAYDI:

Hz. Muhammed baş döndürücü bir güce sahip olmasına rağmen tek göz odalı evde ve son derece mütevazı koşullarda bir yaşam sürmüştü. Eğer gerçekten onun yolunun tutmuş olsalardı, 1400 odalı saraylarda yaşama hevesine asla ama asla girmezlerdi. Asgari ücrete tekabül eden 1000 tl değerindeki bardaklarda su içmeyi, söylemeye bile gerek yok herhalde. 

     İslam’a göre ihtiyaçtan fazlasının yoksullar için infak edilmesi gerekiyorken, kalkıp da müthiş bir lüks ve israf bataklığına saplanmazlardı. Bir bakıma, yeşil sermaye gücüyle abdestli kapitalizmin yerli versiyonu konumuna düşmezlerdi.

      Devlet hazinesi söz konusu olduğunda ise, Hz. Ömer’in Beytülmal örneğinde göstermiş olduğu titizliğin zerre-i miskalini gösterebilirlerdi, bu sayede haram –helal şuuruna sahip olacakları için yolsuzluk rüşvet gibi kirli işlerin hiçbirine de kati surette bulaşmamış olurlardı.

Mezhepçilik politikasıyla hareket ederekten IŞİD, EL-NUSRA gibi vahşiliğin sınırlarını zorlamış ve insan-İslam düşmanı haline gelmiş örgütlere silah ve diğer her türlü yardımı göndermeyi akıllarının ucundan bile geçirmezlerdi. Tıpkı Hz. Ali’yi çeşitli kurnazlıklarla alt etmeye çalışmış ve bu yolda her şeyi mubaha görmüş Muaviye gibi, elinde Kur’anlar meydan dolaşıp insanların dini duygularını sömürmemin, dünyadaki en iğrenç şey olduğunu çok iyi bilirlerdi.

      Ellerinden ve dillerinden düşürmedikleri Kur’an’ı hakkıyla okumaya çalışıp, mesela yer yündeki bütün dillerin Allah’ın ayetlerinden olduğumu gerçeğini kavrayarak, Kürtler ’in anadilde eğitim hakkını abu sürüt gerekçelerle reddetmeye kalkışmazlardı. Hele hele Kürtlere  ‘’ Sizin devletiniz var mı ki, anadilinizde eğitim göresiniz’’ gibisinden ayrımcı, dışlayıcı ve bölücülüğe teşvik edici bir yaklaşımda bulunmaktan bir hayli uzak dururlardı.

     Kur’an’da ‘’Dinde zorlama yoktur’’ hükmü olduğu halde, kendileriyle aynı mezhepten olmayan Müslüman Alevilere ve hatta Müslüman bile olmayan inanç guruplarına, zorunlu din dersi uygulamasını dayatma cüretinde bulunamazlardı.

İktidara gelmeden önce hıyanet işleri kurumu ismini verdikleri, dergilerde yayınladıkları yazılarla lağvedilmesini gerektiğini söyledikleri diyanet işleri kurumunu, iktidara geldikten sonra adeta bir tahakküm unsuru olarak kullanmaktan imtina ederlerdi. En azından haklı olarak diyanet işleri başkanlığının kaldırılmasını ve onun yerine daha çoğulcu bir yapı olarak din işleri kurumunun getirilmesini savunan muhalefeti, din düşmanı olarak aksettirme iftirasından Allah’a sığınırlardı.

  Birinci yıldönümünü geride bıraktığımız Soma faciası ya da katliamı ilk meydanda geldiği anda çıkıp cebriyece bir mantıkla ‘’İşin fıtratında var’’ diyerek, Soma’daki işçi katliamının suçunu Allah’ın üzerine atmak gibi büyük bir günahı asla işleyemezlerdi.

Ve daha akla gelen gelmeyen…

www.gaphaberleri.com:Köşe Yazarı Ahmet Ürün


siyaset