MEHMET BAYER - 25/02/2022 - HİBYA - Vladimir Putin'in Dontesk ve Luhansk bölgelerini tanıma kararından sonra Rusya ile Ukrayna arasında başlayan krizin odağında olan Donbass bölgesi, bir asır önce de acının, gözyaşının, ayrılığın mekanı olmuştu.

Yaklaşık 100 yıl önce bugünlerde Bolşevik devriminin ardından Rusya'da patlak veren dehşetli iç savaşın sonucunda, korku ve panik içindeki insan yığınları, her şeylerini kaybetmiş olarak Kırım Yarımadası'ndan adeta balık istifi şeklinde binebildikleri gemilerle dünyaya dağılmıştı. 

Bu kitlesel göç dalgalarına kucak açan ülkelerden biri de işgal altındaki Osmanlı olmuştu. İstanbul'un liman, cadde ve sokakları Kırım'dan gelen sığınmacılardan geçilmiyordu. 
Yaklaşık 200 bin sığınmacı o günlerde Türkiye’ye gelerek zorunlu misafir olmuştu. Beyaz Ordu'nun 1. Kolordusu da 30 bine yaklaşan nüfusuyla Çanakkale'nin Gelibolu ilçesine gönderilmişti. 22 Kasım 1920'de Gelibolu’ya ulaşan 2 gemiyle gelen Beyaz Ruslar, Mayıs 1923'e kadar Gelibolu’da yaşadı. 

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Türkiye Rusya İşbirliği Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Vedat Çalışkan, HİBYA'ya konuyla ilgili yaptığı açıklamada şu bilgileri verdi: 

''Bilindiği gibi devrimden sonra Sovyet Ordusu 'Kızıl Ordu' adını almıştı. Kızıl Ordu'ya karşı savaşan kuvvetlere de 'Beyaz Ordu' adı verilmişti. Bolşevik aleyhtarı bu ordu mensupları zamanla 'Beyazlar' ya da 'Beyaz Ruslar' olarak anılmaya başlandı. Fakat 'Beyaz Ruslar' tabirinin içinde birçok milletten kişiler vardı. Örneğin Ukraynalılar, Tatarlar, Çerkezler, Türkmenler, Gürcüler, Ermeniler, Yahudiler gibi. Sonuçta Beyaz Rus tabiri, bir ırk ve milleti değil, Bolşevik karşıtı topluluğu temsil için kullanılan siyasi bir tabirdir.''

Donbass bölgesi 

Çalışkan, Rusya ile Ukrayna arasında süren gerginlikte adları duyulan Donetsk ve Luhansk'ın yer aldığı Donbass bölgesinin, yaklaşık 100 yıl önceki iç savaşın kaderinin belirlendiği önemli bir yer olduğuna işaret etti. 

Kızıl Ordu'nun 1919 yılı kışında Kharkov-Donbass-Rostov hattında tutunan Beyaz Ordu'yu bozguna uğrattığını dile getiren Çalışkan, ''Beyaz Ordu Başkomutanı Vrangel, 1920 yılı Mart ayında Kırım’da yeniden direnişe başladıysa da 11 Kasım 1920’de Kırım’ı terk etme emrini verdi. Vrangel ordusunun yenilgisinden sonra, bu orduya bağlı asker ve siviller, yüzden fazla gemi ile 15-23 Kasım 1920 tarihleri arasında İstanbul’a hareket etti. Kırım yarımadasının çeşitli limanlarından İstanbul’a aralıksız mülteci taşınmış, bizzat General Vrangel de yaralı halde Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştı.'' dedi. 

Çalışkan, savaş sonrasında yurtlarını terk etmek zorunda kalanların çok derin acılar çektiğini ifade ederek, Gelibolu'ya sığınan Beyaz Ruslar hakkında şunları anlattı: 

''Gelibolu’da beslenme ve barınma büyük bir sorundu. Fakat Beyaz Ruslar Gelibolu’da Türklerin de desteği ile kısa sürede burada yeniden ayağa kalktılar. Misafir oldukları süre boyunca Türk toplumu ile hiçbir ihtilaf yaşamadılar, çok iyi ilişkiler kurdular. İlerleyen yıllarda dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan Beyaz Ruslar, yaşadıkları çeşitli zorluklara rağmen Gelibolu’daki geçmişleri ile her zaman gurur duydular. Gelibolu gurbetinden sonra kendilerini daima 'Gelibolulu' olarak adlandıran bu zorunlu misafirler, Gelibolu’daki kardeşlerini her zaman teşekkürle anmışlardır.''


 

Beyaz Ruslar'ın Gelibolu'daki izleri


Prof. Dr. Vedat Çalışkan, Donbass’tan Kırım’a oradan Türkiye’ye uzanan bu ağır trajediye mercek tutulduğunda, savaşın yıkıcılığının, acımasızlığının, insanlığın yok oluşunun yanı sıra barışın ve insanca yaşamanın anlamının ve değerinin görüldüğünü bildirdi. 

Bu göçlerin ve Gelibolu deneyiminin insanlığa söylemek istediklerine aracı olmayı, göçlerin 100. yıl dönümü nedeniyle yapmış oldukları etkinliklerle birkaç yıldır sürdürdüklerini aktaran Çalışkan, şöyle konuştu: 

''Beyaz Ruslar, bu zorunlu gurbetin ardından dünyanın çeşitli ülkelerine gitmek üzere Gelibolu’dan ayrıldı. Geride 342 kişinin sonsuz istirahatgahı olan bir mezarlık ve anıt bıraktılar. Zamanla izleri silinen bu anıt, 2008 yılında aslına uygun olarak inşa edilerek, mezarlıkla birlikte yeniden ortaya çıkarıldı. Bu mezarlıkta Ruslar ve Ukraynalılar da 'Gelibolu kardeşliği'nin barış ve huzuru içinde yan yana yatmaktadırlar. Anıtın açılışında Rus kilisesinin iki kanadı (New York ve Moskova Rus Kilisesi temsilcileri) yan yana geldi. Kızıllar ve Beyazların barışı da böylece Gelibolu anıtının huzurunda 2008 yılındaki açılışta simgesel bir anlam kazandı. Birçok milletten insanlar için kutsal bir mekan kabul edilen Gelibolu, dünya halklarına barış ve kardeşliğin paha biçilmez kıymetini hatırlatarak, tarihten alınacak derslerle medeniyet için kılavuz olma misyonunu sürdürüyor.''


 

İlginç bir döneme tanıklık ediliyor

Çalışkan, günümüzde dünyanın politik sorunlarının azalmak yerine devasa bir çeşitlilik ve küresel ölçek kazandığını vurguladı. 

Küresel iklim krizi dünyanın kapısına dayanmış ve küresel bir uzlaşı içinde çözüm beklenirken, öncü aktörlerin bu kez dünyayı politik krizlerle yeni bir soğuk savaş dönemi inşa etmeye zorladığını aktaran Prof. Dr. Çalışkan, tansiyonun çatışmaya dönüşmesi için ısrarla yükseltildiği ilginç bir döneme tanıklık edildiğini bildirdi. 

Çalışkan, yaşananların bazı yönleriyle adeta 1962 yılında 3. Dünya Savaşı eşiğinden dönülen ''Küba füze krizi''ni çağrıştırdığını, söz konusu krizde öznelerden birinin de Türkiye olduğunu ifade ederek, şu bilgileri verdi: 

''ABD, 1959 yılında Türkiye hükümeti ile anlaşmış ve 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzelerini yerleştirmişti. Türk halkı bu bilgiyi SSCB’nin karşı çıkışıyla öğrendi. Durum böyleyken ABD Başkanı Kennedy de 1962 yılı Ekim ayı başında, SSCB Küba'da üsler kurarsa Küba’ya müdahale edeceklerini açıklamıştı. Fakat 1962 sonbaharında Küba’da Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. SSCB lideri Nikita Kruşçev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki füzeleri sökmesi halinde SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini bildirmişti. 28 Ekim 1962 tarihli NATO konseyi toplantısında ABD, Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. Bu kriz soğuk savaşın en üst seviyesini temsil ediyordu. Olayların gelişmesi ve restleşme şimdi daha tanıdık görünüyor değil mi?'' 

O günlerde de tarafların ''şahin savaş çığırtkanlarınca'' şişirilen bir atmosferin basıncı altında kaldığını belirten Çalışkan, şöyle devam etti: 

''1962 'Füze krizi'nde Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanı olan Robert McNamara, daha sonra bir belgeselde (The Fog of War) o krizde nükleer savaşı önleyen şeyin şans olduğunu itiraf etmişti. McNamara, Küba füze krizinde Kennedy, Kruşçev ve Castro’nun çok mantıklı insanlar olduğunu, ancak buna rağmen bir nükleer savaşa ramak kaldığını açıklarken, dünyanın güvenliği için acı dolu bir itirafta bulunuyordu; 'Mantık bizi her zaman kurtarmaz.' Gerçekten de sıcak çatışmaya dönüşme riski bulunan tüm krizlerde şahin politikacıların ve askerlerin diplomasiyi bir seçenek olarak görmemeleri taraflar için bazen de tüm dünya için en büyük tehlike olmaktadır. Nitekim, Vietnam Savaşı’nın tırmandığı dönemde savunma bakanlığı yapan McNamara bile, Küba krizinde Kennedy’nin en başından beri ülkesini savaştan uzak tutmak için çabaladığını, ancak General Le May’ın çok iyi bir komutan olmakla birlikte, savaşa girip Küba’yı yerle bir etmeyi önerdiğini de söyleyecekti. Diplomatik kanallar zayıflamaya başladığında, politik karar vericiler sisli bir türbülans içinde yuvarlanma başlıyor ve mantık ortadan kalkıyor.''


Yurtta sulh, cihanda sulh 

Prof. Dr. Çalışkan, Ukrayna ve Rusya'nın Türkiye için giderek gelişme gösteren ticari ve komşuluk ilişkileri nedeniyle çok önemli kıyıdaş komşu ülkeler olduğunu, tansiyonu, yüksek süreci yatıştırmak için Türkiye'ye büyük sorumluluklar düştüğünü söyledi. 

 

Bölgesel güvenliği tehlikeye atacak, sıcak savaş koşullarına sürükleyen her türlü girişime karşı çıkmanın zorunluluk olduğunu aktaran Çalışkan, sözlerini şöyle tamamladı: 

''Yoksa sonu belirsizliğe açılan soğuk savaşın yeni bir versiyonu yüzünü göstermeye başlayacak. Böyle bir süreçten en çok zarar görecek ülkelerin başında Türkiye'nin de olacağına kimsenin kuşkusu yoktur. Karadeniz'in huzuru, dünya barışının da teminatıdır. Bu huzurun sağlanması ve korunması için Türkiye'nin çaba ve katkılarının da çok önemli olacağı bir döneme girildiğini görüyoruz. Büyük devlet adamı Atatürk'ün yol göstericiliği, onun 1931 yılında söylediği 'Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz' sözü, Türkiye'nin dış siyaseti için her zaman biricik rota yıldızı konumundadır.''


Hibya Haber Ajansı