Aksakal; " İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine katılma talebi konusunda tekraren ifade ediyorum; öncelikle ABD’nin tüm terör örgütlerine desteğinin sonlandırılması, elebaşlarının Türk adaletine teslimi sağlanmalıdır, ondan sonra bu konuda diyaloglar kurgulanabilir." dedi.
Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.
Aksakal açıklamasında;
“Saygıdeğer basın mensupları, değerli arkadaşlarım
Sözlerime başlarken Silahlı Kuvvetlerimizin Kuzey Irak topraklarında sürdürdüğü Pençe – Kilit operasyonu sırasında şehit düşen evlatlarımızı rahmetle ve minnetle andığımı belirtmek istiyorum. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun. Ailelerine ve yakınlarına sabır metanet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun.
Her basın toplantımızın başlangıcında değindiğimiz Covid-19 pandemisi konusunda artık hakikaten sona gelmiş görünüyoruz fakat, vakalar binli rakamların altında seyretmeye başlamışken yeniden yükselme eğilimine girmesi umarım endişe verici boyutlara gelmez ve toplumsal hassasiyetin de katkısıyla bu badirenin de bir an evvel arkasında kalırız diye ümit ediyorum.
Pandemi sürecini sadece toplumsal yaşamı etkileyen sağlık boyutuyla değil, diğer taraftan ekonomide yarattığı tahribat boyutuyla da yaşadığımız ve hatta bu sıkıntının devam ettiği gerçeğiyle de karşı karşıyayız.
Ekonomideki sıkıntı sadece bizi değil, tüm dünya devletlerini derinden sarsan boyutuyla güncelliğini korumaya devam ediyor.
Üretimdeki aksamalar, tedarik zincirlerinin bozulması ve bunun yanında küresel emperyalizmin her fırsatı kendi çıkar hedeflerine yönelik kullanmaya kalkışması uluslararası ilişkilerin bugünkü çarpıklığına ve siyasi dengelerin de bozulmasına sebep olmaktadır.
İşte; Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi “birkaç gün” olarak planlanmışken 95.nci gününde evdeki hesap çarşıya uymaz deyiminin tam karşılığını bize göstermiştir.
Türkiye olarak uzunca zamandır uygulanan yanlış tarım politikalarının bize bugünleri yaşatacağına dair öngörülerimizi yıllardır paylaşmamıza, ısrarla anlatmamıza karşın Hükümet tarafından yapılan üretim ekonomisine dönüş konusunda yeni ekonomi politikaların benimsendiğine ilişkin açıklamaları temkinle ve dikkatle takip ediyoruz.
Zira önerilerimizin en can alıcı başlıklarından biri olan Büyükşehir Yasasının değiştirilmesi, köylerin yeniden köylülere verilmesi konusunda atılmış bir adıma henüz rastlamadık.
Karma ekonomi modeline geçişe bu denli karşı olmak, liberal ekonomi ve serbest piyasa ekonomisi sistemine bu denli bağımlı olmak vahşi kapitalizmin boyunduruğunda yaşamaya razı olmak demektir. Bütün bunlar bir anlamda samimiyet testi olarak değerlendirilmelidir.
Bu politika değişiklikleri gerçekleştirilmediği sürece ne Türk parasının kıymetini koruyabilirsiniz, ne konut fiyatlarını düşürebilirsiniz ne de kira artışlarının önüne geçebilirsiniz. Ve hatta bu konuda ortaya koyduğunuz her proje “hikâye” olmaktan öte anlam ifade etmeyecektir.
Buradan “gözleri parlak” Hazine ve Maliye Bakanına sesleniyorum; “zihni sinir projeleri” ile ekonomi yönetilmez! Dolar 16,50 liraya yaklaştı, yakın zamanda o “kur garantili mevduat hesabı” icadınızın devleti nasıl batağa sürüklediğini yaşayarak göreceksiniz.
Şu husus çok iyi bilinmelidir ki; devleti yönetenler, olayları yaşanmadan önce öngörenler olmak zorundadır.
Tabii bu konuda Sayın “Nebati Bakan’ı” suçlayamayız, esasen kendisini o ağır sorumluğun altına sokan iradenin isabetsiz tercihinin nelere mâl olduğunu tespit edebilmesi zarureti ortadadır.
Rusya – Ukrayna savaşının 95.nci gününe geldiğimiz bu süreçte küresel oyun kurucular bölgemiz üzerindeki stratejilerini bir adım daha ileri götürme gayretiyle yeni girişimlerde bulunmaktadırlar.
Kendilerince bir “Rusya tehdidi” gerekçe gösterilerek NATO’ya katılma kararlarını resmiyete de döken İsveç ve Finlandiya’nın taleplerine en güçlü desteğin ABD tarafından verildiğini görüyoruz.
Daha önce de bu husustaki düşüncelerimizi sizler aracılığıyla kamuoyu ile paylaşmıştık. Türkiye bu gibi oldu-bittilerle dizayn edilecek bir ülke değildir. Bu konuda hem çok uyanık, hem de çok dirayetli ve kararlı bir duruş ortaya konulmalıdır. Bu işin “ama’sı, fakat’ı, şayet’i”olamaz.
Bu ülkelerin NATO’ya katılma başvuruları karşısında ortaya konulan ret gerekçeleri doğru gerekçelerdir ancak tek başına eksik kalmaktadır.
Zira, kırmızı bültenle aranan “üç-beş” teröristi teslim etmeyen, oraya kaçanları koruyup kollayan ülkeler olarak damgaladığımız bu devletlerin yanında asıl merkez komitelerini yöneten bir Amerika’nın varlığını, bunları esirgeyen bir İsrail’in mevcudiyetini nasıl gözardı edebiliriz?
Her konuşmada binlerce TIR dolusu silah ve mühimmatın Amerika tarafından verildiğini söylerken ve bu durumu belgeleriyle ortaya koyarken önceliğimizi ABD ile ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi noktasına taşımak durumundayız.
Bu konuda herkesi samimi olmaya davet ediyorum.
NATO Paktı, bir Sovyet saldırısına karşı kurulmuş yapı iken bugün tamamen ABD güdümünde ve onların geleceğine hizmet eden bir teşkilat haline gelmiştir. Bu bir realitedir. O halde önce bu sorunun kökten çözümü sağlanmalı, ondan sonra NATO’nun genişlemesine dair stratejilere yönelik katkılarımız değerlendirilmelidir.
Bugün Yunanistan’ın bile örtülü ABD işgali altında görüntüsü verdiği, binlerce mekanize birimin ve askerin topraklarında konuşlandırıldığını gözden uzak tutamayız.
Evet, ekonomide çok kötü bir dönem geçiriyoruz ama ulusal birliğimiz ve toprak bütünlüğümüz her türlü değerin üstünde yer almalıdır.
Kırk yıldır süren terörle mücadelede, bu uğurda yitirdiğimiz on binlerce insanımız ve milyarlarca dolar milli servetimizin yok olması halkımızın maddi – manevi tüm enerjisini acımasızca tüketmektedir.
Lafın özü şudur ki; bu iş artık bitirilmelidir!
85 milyon insan bunu istemekte ve beklemektedir. Geçmişte olduğu gibi sadece hamasi birkaç söylemle bu fırsat heba edilirse bugüne kadar yapılanların ve söylenen sözlerin bir anlamı da kalmayacaktır.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine katılma talebi konusunda tekraren ifade ediyorum; öncelikle ABD’nin tüm terör örgütlerine desteğinin sonlandırılması, elebaşlarının Türk adaletine teslimi sağlanmalıdır, ondan sonra bu konuda diyaloglar kurgulanabilir.
Aksi halde Türkiye’nin NATO üyeliği mutlak surette yeniden gözden geçirilmek zorundadır.
İsveç ve Finlandiyalı yetkililerle NATO üyeliği konusunda görümeler gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın’ın ifade ettiği biçimiyle “yazılı taahhüt” beklentisinin yeterli görülmesi halinde, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü sürecinde Kenan Evren’e verilen “asker sözü” sonrasında yaşananların tekrarına tanık olacağımız apaçık ortadadır.
Peki, bunu sağlamak kolay mıdır? Evet kolaydır.
İlk işimiz Suriye ile yeniden yakın diyalog geliştirmek olmalı ve “kardeşim Esad” günlerine geri dönülmelidir.
Bunun aksine hiç mazeret geçerli değildir. Dün “darbeci” diye yaftaladıklarımızla konuşabiliyor, “15 Temmuz’un finansörü” diye suçladıklarımızla buluşabiliyor, “katil devlet” diye tanımladıklarımızla bugün “kebap yemek için” randevulaşabiliyorsak, Türkiye’nin âli çıkarları için Suriye ile de haydi haydi anlaşabiliriz, anlaşmalıyız.
Rusya ve İran’la birlikte, yani kapı komşularımızla oluşturacağımız bölge merkezli dış politika stratejisi bütün bu sorunların üstesinden gelmemizi sağlayacaktır.
Bu doğrultuda atacağımız adımlarla KKTC’nin tanınması sürecini de hızlandırmış olacağımız gerçeğini kimse yok saymamalıdır. Bu en gerçekçi yoldur.
Soğuk savaş döneminde yine Amerika’nın dayatması karşısında mecbur bırakılan NATO üyeliği aslında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra gerekçesiz ve anlamsız kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, NATO sayesinde var olmamıştır, NATO’dan ayrılmakla da yok olmayacaktır!
2023 seçimleri için süreç hızlı bir şekilde başlamış görünüyor.
Bir taraftan iktidar partisinin, diğer taraftan ana muhalefet partisinin miting yarışı gösterileri, diğer bazı partilerin bu yarışta boy gösterme çabaları sürecin hızlı yürüyeceğine işaret ediyor.
Bu saatten sonra bir erken seçim kararı Mecliste 360 Milletvekili desteği sağlanarak çıkar mı çıkmaz mı onu bilemem ama şu kadarını söylemek gerekirse artık macun tüpten çıkmıştır!
Her ne kadar henüz Cumhurbaşkanı adayları net olarak deklare edilmemiş ise de sonuç itibariyle seçime katılacak partiler öncelikle parlamentoda yer almak üzerine strateji üreteceklerdir.
Zira Cumhurbaşkanı seçiminde yüzde 50+1 kriterinin mevcudiyeti, beraberinde zorunlu olarak yeni ittifak yapılanmalarını ortaya çıkaracaktır. Bunun yadırganacak bir yanı da olamaz.
Bugün hali hazırda AK PARTİ, CHP ve HDP’nin öncülüğünde kurgulanmış üç ittifakta yer alan partilerin Mecliste temsili gerçekleşecekse, seçime katılma hakkı bulunan diğer partilerin de mutlak surette % 7 seçim barajını aşacak ve kendilerinin parlamentoda yer almasını sağlayacak demokratik formülü yaratma durumunda olacakları gözden uzak tutulmamalıdır.
Demokratik Sol Parti, böyle bir çalışmaya öncülük edebilecek tecrübeye ve birikime sahiptir.
Esasen Türkiye’yi iki partili sisteme zorlama adına ortaya çıkarılan yeni Anayasal düzen, özellikle seçim barajı konusunda sıkıntı yaşayan partileri mevcut ittifaklar içinde eritmek ya da tamamen tasfiye etmek üzerine kurgulanmıştır.
Bu demokratik bir yaklaşım değildir. Bunun için sürekli olarak seçim barajının sıfırlanması, siyasi partilere hazine yardımının hakça dağıtılması, siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması üzerine yaptığımız çalışmalarımızı, önerilerimizi paylaştık ve bu doğrultuda mücadelemizi de sürdürüyoruz.
Türkiye’nin 150 yıllık bir parlamenter sistem geleneği olduğunu, küresel sistemin egemen unsurlarının dayatmaları ile huzurlu bir yaşam sağlanamayacağını anlatmaya gayret ediyoruz.
Bugün insanlarımız mutsuz ve huzursuz, geleceği konusunda güvensiz, endişeli ve kaygılıdır.
Devleti yönetenler, yanlış politikalarının ceremesini görevi bir başka siyasi yapıya devrederek ödeyebilirler.
“Sorun benim dönemimde meydana gelmiştir, bunu ancak yine ben çözerim” anlayışı doğru bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Bunun karşılığını halk sandıkta mutlaka verir ama sonuçta olan yine halka olmaktadır.
Bir ülke düşünün ki; nüfusunun yüzde 80’i açlık ve yoksulluk sınırının altında bir yaşama mahkûm olmuş, kendisinden haline şükretmesi isteniyor.
Buna kimsenin hakkı yoktur. Siyaset kurumları halkını mutlu yaşatmak vaadiyle iş başına gelirler. Ama bugün 4.253 lira asgari ücretin olduğu bir çalışma hayatında açlık sınırı olarak 6.000 lirayı, yoksulluk sınırı olarak 19.000 lirayı aşan ülkede yaşıyorsak bunun mantıklı izahını ve haklı (!) gerekçesini hiç kimse ortaya koyamaz.
Yurttaşlarımızın yüzde 82’si en büyük sorun olarak ekonomiyi tarif ediyor. Dikkat edin; terör, dış politika, eğitim, sağlık vs. artık milletin öncelikleri arasında daha geri sıralarda yer alıyor.
Türkiye ivedi bir şekilde kendini toparlamak zorundadır.
Her zaman tanımladığımız gibi üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrilmiş bir coğrafyanın ebedi sahibiyiz ve vatanımıza, topraklarımıza, kısacası evimize sahip çıkmak zorundayız.
Bu topraklar bize sayısal lotodan çıkmadı! Türk milleti on bin yıllık geçmişe sahip kadim bir millettir. Küresel emperyalizmin politikaları ile sadece tarımsal ürünlerimizin, hayvan üretimimizin değil, toplumsal yapımızın da genetiği değiştirildi.
Dikkat ederseniz eskiden sermayedarlar sağ partileri, çalışanları sol partileri desteklerlerdi. Bugün bunun tam tersi yaşanıyor maalesef. Zenginler sol partilere, emeğiyle para kazananlar sağ partilere meyillenmiş durumdalar.
Eskiden sağ partiler NATO’cu, sol partiler NATO karşıtıydı, bugün tam tersi kendisini sol’da ve ulusalcı cenahta tanımlayan partiler ABD ve AB politikalarının esiri haline gelmişler, bütün desteklerini onlardan temin eder durumdadırlar. Bu bir realitedir, hiç kimse inkâr etmeye kalkışmasın!
Dünya yıkılsa, yer gök bir araya gelse MHP Genel Başkanı’nın “gerekirse NATO’dan çıkarız” diyebileceğini hiç kimse beklemezdi. Ama oldu!
İstanbul’da Amerikan 6.ncı Filosuna karşı eylem yapan yurtsever gençlere saldıran ve hatta katleden zihniyetin temsilcilerinin bugün iktidarda olup da “kahrolsun ABD emperyalizmi” diyeceklerini rüyamızda görsek hayra yormazdık. Demek ki, kadim devlet aklı şair Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinde söylediği gibi;
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
anlayışına sıkı sıkıya bağlıdır. O zaman bize de;
“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hak'kın;
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” demek düşüyor.” şeklinde konuştu.
Hibya Haber Ajansı