Türkiye’de analistler tarafından epeydir öngörülen ve beklenen olağanüstü gelişmeler art arda ortaya çıkmaya başladı. Tüm bu gelişmelerin Türkiye’nin ısrarla sürdürmeye çalıştığı Suriye politikası ile yakından ilişkisi var. Türkiye başından beri “Suriye’de Esad’sız çözüm” derken uluslararası güçler “Esad’ın yer alacağı bir geçiş süreci ”ne sıcak baktılar. Tabii Türkiye, içte çözüm ve normalleşme sürecine rağmen anlaşılmaz bir şekilde Rojava Kürtlerinin kazanımlarına karşı durdu. Bu da beraberinde IŞİD’i hedef olmaktan çıkardı ve hatta dolaylı ya da dolaysız destek görmesine neden oldu. YPG’nin Haziran 2015’te Tel Ebyad’ı (Girê Spî) IŞİD’ten alması ve yönünü IŞİD’in merkezi sayılan Rakka’ya çevirmesi; üstüne üstlük YPG’nin Cerablus-Mare hattına da yönelebileceği söylentileri çeşitli kırılmalara neden oldu. Böyle bir durum, Özgür Suriye Ordusu, Nusra, Ahrarüş-Şam ve diğer hiçbir örgütün kabul edebileceği bir şey değildi. Türkiye tarafından ise YPG’nin batıya olası ilerleyişinin durdurulacağı “Bedeli ne olursa olsun” gibi tehdit cümleleriyle ortaya çıkıyordu.
Dolayısıyla Türkiye ile uluslar arası koalisyon arasında Suriye krizinde çelişkiler vardı. Birincisi, Türkiye PYD-YPG’ye olumsuz yaklaşırken özellikle Kobanê süreciyle PYD uluslar arası alanda kabul gördü. İkincisi, Uluslar arası koalisyon en temelde tehlike olarak IŞİD’i görürken Türkiye ise tüm politikasını “Rojava karşıtı” olarak anlaşılacak bir şekilde belirledi. Üçüncüsü, Türkiye çözüm olarak “Esat mutlaka gitmeli” derken uluslar arası koalisyon özellikle Cenevre görüşmelerinde “Esad’lı bir çözüm”e sıcak bakmaya başladı. Dördüncüsü, Türkiye Güvenli-Tampon-Uçuşa yasak bölge derken uluslar arası koalisyon buna ilk başlarda onay vermedi. Ama nihayetinde AKP bundan vazgeçmedi ve “eğit-donat” konusunda ABD’yi ikna etmişe benziyor. Tabii eğitip donatacakları kimse bulamadıklarından dolayı bu iş de yürümedi ve tekrar Türkiye’nin tazyikiyle yeni bir konsept devreye sokuldu.
Türkiye’den “yeni süreç” çıkışı
Bu noktada bizim “konsept” dediğimiz şeyin Türkiye tarafından “süreç” olarak belirlendiğini belirtelim. Özellikle Suruç katliamı ve sonrasındaki gelişmeler sonucunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun söylemlerindeki paralellik ve “süreç” vurgusu dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasından (24.07.2015) şu önemli alıntıyı paylaşıyorum: “Eğit-donat çalışması, güvenli bölge çalışması, uçuşa yasak bölge anlayışımızdaki haklılığımızı ortaya koydu. Obama ile de bir görüşmemiz oldu, bu görüşmeyle bölücü terör örgütünün yanında DEAŞ’la mücadele kararlılığımızı bizler teyit ettik. Dedik ki bizim için DEAŞ bir terör örgütüdür ve böyle bir terör örgütüne karşı Türkiye hassasiyetini korumaktadır. Bu gözaltına alınanlarla ilgili tabi bir süreç başladığı gibi, bu sadece bu geceye yönelik bir operasyon değildir ve bu operasyon bundan sonraki süreçte de kararlı şekilde devam edecektir.” Şimdi de Başbakan Davutoğlu’nun konuşmasına (24.07.2015) bakalım: “Bu operasyonlar sadece noktasal değil, bu bir süreçtir. Bugünden itibaren bu şer odaklarına karşı yürüteceğimizi süreç geniş kapsamlıdır, bir günlük değildir. Güvenlikli bölge 3 yıl önce kurulsaydı bu noktaya gelinmezdi. Bu operasyonun hedefi Türkiye sınırlarındaki tüm terör yapılanmaları. ABD ile Türkiye'nin kaygılarını gözeten bir mutabakat vardır.”
“Ortak düşman” kim?
Bu ifadeleri biraz açmaya çalışalım. Mayıs 2015’ten beri ABD ile Türkiye arasında görüşmelerin sürdüğünü ve Temmuz 2015 başında Obama’nın IŞİD’le Küresel Mücadele Özel Temsilcisi John Allen ve ABD’li yetkililerin Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirdiklerini ve bir mutabakata vardıklarını biliyoruz. Bu mutabakat da ABD Başkanı Obama ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birkaç gün önce yaptığı telefon görüşmesiyle resmiyet kazandı. Buna göre Erdoğan ve Davutoğlu’nun konuşmasındaki satırbaşları okursak şu sonuçları çıkarabiliriz: Türkiye, ABD’den ısrarla eğit-donat ve tampon bölge planının desteklenmesini istiyor. Aynı şekilde Türkiye, ABD’nin PKK’yi “Ortak düşman” ilan edip “uzantı” olarak gördüğü PYD’nin alan genişletmesini durdurmasını istiyor. ABD ise bunlar karşısında Türkiye’nin IŞİD’e karşı net bir tavır almasını ve koalisyonla birlikte hareket etmesini bekliyor. Bununla birlikte İncirlik üssünün kullanıma açılması bekleniliyor. Tam da bu noktada ileriki süreçte ABD’nin politikasının Kürtler için hayati olacağını söyleyelim. Buna göre, ya ABD’nin etkisiyle Türkiye, Rojava ve PYD’ye karşı uzlaşmacı bir politika belirleyecektir ya da Türkiye’nin etkisiyle ABD, PYD’ye “Terörist” muamelesi yapıp negatif bir tutum sergileyecektir. En temelinde bu görüşmeden “PKK-IŞİD ortak düşman” noktasında uzlaşma amaçlanıyor. Bunun anlaşılır olması için burada hatırlatmakta fayda görüyorum. ABD-Türkiye mutabakatı bir yönüyle dönemin Başbakanı Erdoğan ile dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un 6 Kasım 2007’de yaptığı görüşmeye benziyor. Hatırlanacağı üzere o görüşmede de temel amaç PKK’nin “Ortak düşman” ilan edilip etkin mücadele yürütülmesiydi.
Kürtler olumsuz etkilenebilir
Sonuç olarak Türkiye, Suriye krizinde ulusal ya da uluslararası birçok analistin başarısız gördüğü politikasını beklendiği gibi değiştirmedi. Türkiye’nin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne (IKBY) yönelik tutumunu değiştirmesi önemliydi ve gerçekten yeni bir politikaydı. Ama zaten tüm dünyanın barbar ve katil çete olarak gördüğü IŞİD’e karşı tavır almak Kürtler açısından dikkate değer değildir. Çünkü Türkiye, IŞİD’e karşı tavır alırken aynı şekilde uluslar arası güçleri de PYD’ye mesafeli davranmaya zorluyor. Bununla birlikte Rojava kantonları arasında Cerablus-azaz arasında düşünülen tampon bölge, ikinci bir Arap-Türk kemeri olacaktır. Hatta yakın zamanda Türkiye’deki Arap ve diğer unsurların orada yerleştirilmesi gündeme gelebilir. Bu da Batı Kürdistan demografisine büyük bir darbe olacaktır. Bunun yanında sınır güvenliği adı altında Türkiye’nin hendek kazma ve duvar örme projesi de Rojava ve Türkiye Kürtlerini birbirinden koparmayı amaçlıyor. Dolayısıyla Efrin’i Kobanê’den koparmakla Serxet’ı Binxet’ten koparmak aynı şeydir. Anlayacağınız, Türkiye’nin politikası yakın vadede Kürtlere karşı birçok riski barındırıyor. Uzun vadede ise bölgenin sosyolojik gerçekliği, Türkiye’nin bu politikasını sürdürülebilir olmaktan çıkaracaktır.
Not: Bu yazı, Türkiye’nin HDP ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılarından önce yazılmış olup bu sabah itibariyle Yüksekova Haber gazetesinde yayınlanmıştır. Ne yazık ki Yüksekova Haber de AKP’nin yasakladığı gazetelerin içinde yer almaktadır.
Köşe/Yazarı İbrahim Genç