Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), 27. kongresini 25 Şubat - 6 Mart 1986 tarihleri arasında Moskova’da yaptı. Partinin genel sekreteri Mihail Gorbaçov’du. 
Kongrenin yapıldığı dönem Moskova’daydım. Türkiye Komünist Partili, ünlü polisiye yazarımız Ahmet Ümit’in de aramızda bulunduğu bir grup arkadaşla Sosyal Bilimler Akademisi’nde siyasi eğitimdeydik. Grubun sekreteri bendim. Kongreye gelinen süreci ve kongre sürecini çok sıcak yaşadık. Arkadaşlarla ve hocalarla kongreyi büyük bir heyecanla izledik. Sovyetlerin içinde bulunduğu durum, yaşadığı sıkıntılar; 27. kongrenin dünya ve komünist hareketler üzerine etkilerini tartıştık.
Genel sekreterimiz Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) da kongredeydi. Kutlu’yla sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Benim kongre süresince ve öncesi SBKP’li yoldaşlarla yapmış olduğum sohbetler onları rahatsız etmiş. Genel sekretere iletmişler. Sekreter yoldaş da okula benimle görüşmeye geldi. Hal hatır sonrası “Ne oldu yoldaş?” diye sordu. Ben de grubun yaşadığı sorunları, tartışmaları; Sovyetlerle, okul ve hocalarla ilgili gözlemlerimi yetkililerle paylaştığımı söyledim. “Sanırım bundan rahatsız oldular” dedim. Nabi’nin dikkatlice beni dinledikten sonra “Biz burada misafiriz, daha dikkatli ve sakin olmalıyız. Zaten söylediğin, itiraz ettiğin şeyler 27. kongrenin gündeminde, çok hızlı gitmemeliyiz. Sorunları zamana yayarak çözmeliyiz” dediğini hatırlıyorum. Kibar bir şekilde beni “uyarmıştı”!
Aslında Sovyetlerin durumu, görmek isteyenler için ortadaydı. Ekonomi tıkanmıştı, teknoloji son derece geriydi. (Hesaplar abaküsle, konfeksiyon atölyelerinde ütü, kömürlü ütü araçlarıyla yapılıyordu). İnsanlar mutsuzdu. Sosyal yaşam çok kısıtlıydı. (Restoranlarda yemek yiyebilmek için kuyrukta sıra bekliyorduk) Rekabet ortamı yoktu. Üretim devletin tekelinde tek tipti, kalitesiz mal üretiliyordu. (Depolar tek tip üretilen mallarla doluydu) Sovyetler her geçen gün içeride ve dışarıda cazibesini yitiriyordu. Askeri teknolojik alanda gerilemeye başlamıştı. ABD’nin ‘Yıldız Savaşları’ projesine cevap verecek durumda değildi. Hak ve özgürlükler kısıtlıydı. (Tercümanlar ve hocalar açık konuşmaktan, düşüncelerini özgürce söylemekten çekiniyordu) Parti – devlet, iç içe geçmişti. Parti, halkın değil devletin partisi olmuştu. Halkı değil, devleti korumaya çalışıyordu. (Tarih hocamız partinin altı milyon üyesi olduğunu söylemişti. Şimdi acaba bin üyesi var mı, bilemiyorum) Devlet ve parti bürokratik bir yapıya dönüşmüştü. Bunlar açık açık görünüyordu. 27. kongrenin oluşturduğu tartışma ortamı nedeniyle bunları dile getirdiğim için SBKP’li yoldaşlar rahatsız olmuştu.
Ayrıca gezilerimizde gözlemlediğim kadarıyla, milliyetler sorununun da çözülmediğini hissediyordum. İki yaşadığımız olayı örnek verebilirim. Eğitimin bir parçası olarak Kazakistan Cumhuriyeti’nin eski başkenti olan Alma-Ata’ya gittik. Oradaki partili Kazak yoldaşlar çok soğuk ve kabaydılar. Ben yoldaşların yaklaşımından rahatsız olunca, tercüman arkadaş beni rahatlatmaya çalışmıştı. Sorun çıkmaması için beni uyarmıştı. İkinci olayı Petersburg Tren İstasyonu’nda yaşadık. Arkadaşlarla sessizce Türkçe konuşuyorduk. Yanımıza orta yaşlı zayıf bir erkek yanaşarak “Türk müsünüz?” diye sordu. Ben, “Evet, turist olarak gezmeye geldik. Moskova’yı görmeye gidiyoruz” dedim. Yanımdaki arkadaşımız, “Siz nerelisiniz?” dedi. “Ben, Türkmenistanlıyım. Buraya asker oğlumu görmeye geldim. Göremedim, göstermediler” dedi ve her halde çaresizliğini bize göstermek için başladı Ruslara küfür etmeye. Tabi biz şaşırdık. Sonra adama “Bir yanlışlık olmuştur” dedik ve olayı geçiştirdik. 
Kısaca, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde durum buydu.
Zaten, Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adı altında yapılmak istenen reformlar da bu anlattıklarımı düzeltmek içindi. Her şey açık bir şekilde ele alınacak, tartışılacak, devlet ve parti yenide yapılandırılacaktı. 
Bizler de Sovyet yoldaşlar kadar heyecanlıydık. Kongre çalışmalarını takip edip alınacak kararları heyecanla bekliyorduk. Gorbaçov’un kapanış konuşmasını delegeler ayakta coşkuyla alkışlamıştı. Büyük bir sevinç ve coşku vardı. Sovyetlerin yeniden dirileceğine, demokratikleşip cazibe merkezi haline geleceğine inanıyorduk. Okuldaki hocalarımızın ve tercümanların heyecanla birlikte tereddüt ve şaşkınlık yaşadıklarını hatırlıyorum.
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) dersimize gelen elli yaşlarında bakımlı, hoş bir kadın hocamız vardı. Bir derste hocamız, AET ülkelerinin kendi aralarında vizeleri kaldıracağını, sınırları gevşeteceklerini, tek pasaporta hatta tek kimlikle kendi aralarındaki sınırları geçeceklerini söyledi. Tabi o zamanlar bunları düşünmek, konuşmak ileri şeylerdi. Ben, bu derste şöyle bir konuşma yapıp hocamıza şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum: “Biz proletarya enternasyonalizmi, işçilerin birliği, halkların kardeşliği diyoruz ama bunlar sözde kalıyor. Bu konuda sosyalist ülkeler somut adım atmıyor. Esas bu anlattıklarınızı sosyalist ülkeler arasında ekonomik iş birliği ve dayanışmayı amaçlayan Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi(COMECON) ülkelerinin yapması gerekmez mi? Bu anlattıklarınız, burjuvazinin kendi ulusal pazarına sahip olma istemi ile çelişmiyor mu? Bu girişim kapitalizmin doğasına aykırı değil mi?”
Hocamız çok mahcup bir şekilde işaret parmağıyla sus işareti yapmıştı. 
Bugün birçok arkadaşımız, öfkesini Gorbaçov’a hakaret ve küfür ederek çıkarmaya çalışıyor. Süreci iyi götüremedi veya basite kaçarak onu Batı hayranı burjuva olarak suçluyor. Olay, Gorbaçov olayı değildi, olay sistemin kendisiyle ilgiliydi. Sistem tıkanmıştı. Gorbaçov bir sonuçtu. Gorbaçov, irin dolmuş yaraya sadece neşter attı.
SBKP, bu süreci daha iyi götürebilir miydi? Bu tartışmaya açıktır. Ayrıca, “Tarihte her şey, öyle olması gerektiği için öyle olmuştur” sözünü de unutmamak gerekir!
Sonucu, gelişmeleri hep birlikte yaşadık. Büyük umutlar bağladığımız Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve ona bağlı sosyalist sistem dağıldı. Düşmanlarımız bile bunu öngörmemişlerdi. Büyük acılar çektik. Hayallerimiz uçtu, insanlığın ütopyası gözlerimizin önünde dağıldı gitti. Hazin bir duruma düştük. Bugün insanlık, pusulasını kayıp etmiş durumda. Emekçi insanlarımız acımasız, sömürücü tekellerin elinde çaresiz. Şaşkın, ne yapacağını bilemiyor. Yakın bir zaman için de ışık görünmüyor. Bu mücadelenin içinde olan birçok insan köşesine çekildi. Birçok insan, eski yol ve yöntemlerle körü körüne bu işi sürdürmeye çalışıyor. Benim gibi birçok insan da geçmişi sorgulayarak mücadeleye devam ediyor. 
Eğer sömürü ve baskı var ise ki var! İnsanın doğası gereği mücadelesi de olacaktır. Nasıl bir mücadele, nasıl bir sosyalizm sorusu tüm sol-sosyalistleri ve güzel, erdemli insanları ilgilendiren bir sorudur.
Önce, “Hangi sosyalizm?” sorusunun cevabını arayalım. Zaman zaman bu soruyu arkadaşlarıma da soruyorum.
- Yıkılan, dağılan ülkelerdeki eski sosyalizmi mi savunacağız? Ya da, bunun için mi mücadele edeceğiz? “Hayır, yok.” diyorlar. Tamam, ben de hayır diyorum. Zaten hayatın kendisi de buna hayır dedi. Bu konuda anlaşıyoruz.
- Yaşayan Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Küba’daki sosyalizmi mi savunacağız ya da bu ülkelerde uygulanan sosyalist modeli mi kendimize model alacağız? Genellikle “hayır” denilse de birçok arkadaş, özellikle Küba ve Vietnam için “Evet, neden olmasın diyor?” Onların düşüncelerine saygı duyduğumu belirterek, kendi düşüncelerimi şöyle açıklıyorum. “Bu ülkelerdeki devrimci mücadele tarihine saygı duyuyorum. Özellikle, Küba lideri Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara insanlığın yüz aklarıdır. Büyük devrimcilerdir. ABD’ye boyun eğmemişlerdir. Ernesto Che Guevara, Küba’da bakanlığı bırakıp büyük insanlık için mücadele ederken Bolivya madencilerinin arasında öldürülmüştür. Bunları her devrimci yapamaz. Bunlar dünya devrimci hareketine çok şey katmışlardır. Bu konuda hem fikiriz. Ama Küba’da kurulan sistem, sosyalist sistemse ben bu sistemi kabul etmiyorum. Küba’da tek parti sistemi var. Sovyetlerdeki gibi parti ile devlet iç içe. Muhalefetin, çoğulculuğun olmadığı yerde benim ve insanlığın özlemini duyduğu sosyalizm de olmaz diye düşünüyorum.
Vietnam için de şunları diyebilirim. Ho Chi Minh, büyük bir komünisttir. ABD emperyalizmini dize getirmiştir. Dünyada ABD emperyalizmini savaşla yenen tek liderdir. Ona büyük sevgi ve saygı duyuyorum. Ancak, Vietnam’daki sistem de tekçidir. Her şey Vietnam Komünist Partisi’nin denetimindedir. Burada da parti ile devlet bütünleşmiştir. Ben bu devleti demokratik bulmuyorum. Bu model de Küba’daki gibidir. Küba için söylediklerim Vietnam için de geçerlidir.
Mao Zedong’a saygı duyuyorum. Büyük bir devrimcidir. Halkını sömürgecilerin boyunduruğundan çıkarıp kurtarmıştır. Ancak, Çin’deki kurduğu düzen ortada. Bu sisteme sosyalizm diyorsanız benim diyecek bir sözüm yok.
Kuzey Kore’yi anlatmama gerek yok. Dünya’da yapayalnız bir durumda. İçine kapalı, komünist bir yönetimin parti - devleti.”
Kısaca şunu demek istiyorum: Bu ülkelerdeki modelleri sosyalizm olarak alırsak vay halimize! Ben bu modelleri kabul etmiyorum, insanlığın da bunu kabul edeceğini sanmıyorum. Bunların yerine İsveç modelini gönül rahatlığıyla kabul ederim.
-Bunlar değil de teoride kalan, idealize ettiğimiz, pratikte ne olduğunu bilmediğimiz sosyalizmi mi savunacağız? Sosyalizm deyip mücadele mi edeceğiz?  Bu soruya da farklı yanıtlar almaktayım. Kafalar karışık, umutsuzluk var! 
Onlara diyorum ki “bilgeler, filozoflar, ekonomistler, ideologlar, büyük düşünürler mutlaka yeni çözümler bulacaklardır.” Moralimizi bozmayalım. İnsanlık tarihi hiçbir zaman tek düze gitmemiştir. Hep inişli çıkışlı olmuştur. Bugün dipteyiz. Bu hep böyle gitmeyecek. Yakında bu kötü girdaptan çıkacağız. Bizim şu anda yapacağımız şeyler var. 
Evet, kapitalist – emperyalist sistem kendini yenileyerek varlığını sürdürüyor. İnsanı, toplumu ve çevreyi dışlayan üretim ve tüketim üzerine bir düzen kurulmuş. Daha fazla üretim, daha fazla tüketimi körüklüyor. Burada sınır yok. Oysa dünyamızda hammadde sınırlı. Nereye kadar daha fazla üretim ve daha fazla tüketim sürdürülebilir? Bu kontrolsüz üretim, planlı ve denetimli yapılmadığı için ekolojik sorunları yoğun bir şekilde yaşıyoruz. Son Covid-19 virüsü, olayın, tehlikenin boyutlarını bize daha iyi gösterdi. Artı değer ve sömürü de devam ediyor. Dünya genelinde gelir dağılımındaki fark her geçen gün daha da büyüyor. Bütün bu sorunları çözmemiz için önce klasik anlamda Marksist, sosyalist eski anlayışımızı masaya yatırmalıyız. Sora da: 
Nasıl bir üretim?
Nasıl bir bölüşüm?
Nasıl bir düzen?
Nasıl bir devlet?
Nasıl bir yönetim?
Sorularına hep birlikte cevap  bulmalıyız. Özellikle, “Nasıl bir üretim?” ve bunun üzerine inşa edilecek düzeni/sistemi sağlıklı bir şekilde çözüp yerli yerine oturtmalıyız. Sanırım, bizim en büyük eksikliğimiz üretim ve tüketime dayanan bu kapitalist sistemin karşısına “Evet, üretmeliyiz. Evet, tüketmeliyiz. Ama bunu en gerçekçi bir biçimde, sömürü ve baskıyı mümkün olduğunca en aza indirecek şekilde nasıl yapabiliriz?” sorusuna sağlıklı cevap veremememiz. “Kamulaştırıp her şeyi devletin kontrolüne alacağız. Bu devlet de işçilerin, emekçilerin devleti olacak.” deyip işin içinden çıkıyoruz. Bunlar yuvarlak sözler. Devleti güçlendirmeden başka da bir işe yaramıyor. Bunu Sovyetlerde denedik. Yukarıda ismini saydığımız Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Küba’da bu uygulanıyor. Bunlar özlemini duyduğumuz sosyalizm değil.
Benim naçizane düşüncem/önerim şu:
-Kontrollü, doğanın dengesini bozmadan ihtiyaca göre ekolojik bir üretim,
-Emeğe, mesleğe, verimliliğe göre bir bölüşüm,
-Demokratik sivil anayasası olan çoğulcu bir düzen,
-Kurumların, kuruluşların gerçek işlevini yerine getirebildiği demokratik sosyal bir hukuk devleti,
-Çok partili, seçimle gelip seçimle giden, denetim mekanizmalarının sonuna kadar açık olduğu, yargı bağımsızlığının garanti altına alındığı bir yönetim biçimi.
Bence günümüz koşullarında ideal olan bunlardır. Bunlar için mücadele etmeliyiz. Bunları gerçekleştiren toplumlar nitelikli, demokrasiyi içselleştirilmiş toplumlardır. 
Bu aşamadan sonraki süreç gelecek kuşakların, bilgelerin, filozofların, dâhilerin işidir.
Onlara saygılı olalım, biz bize düşeni yapalım. 
Ali Haydar Üzülmez - İstanbul/Kadıköy/Göztepe – 01/07/2020
Not: Son gelişmeler ışığında ufak eklemeler yapılmıştır.

Devam Edecek.