Anayasa yapım sürecinin bir parçası olarak tartışılması gereken ulus-millet kavramları bugün CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in sözleri üzerinden tartışılmaya başlandı. Güler Genel Kurul’da anadilde savunma hakkıyla ilgili kanun tasarısı görüşülürken ''Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz'' diyordu. Güler’in ilk cümlesi Kürtlerin kendi dilleri, kültürleri ekseninde yapılan mücadeleyi değersizleştirmeye yönelikti. İkinci cümle ise her ne kadar Güler’i ırkçılık yapma pozisyonuna soksa da burada Cumhuriyet’ten beri paylaşılan bir zihniyetin tezahürünü görüyoruz. Belirtmek gerekir ki tartışmaların sadece Güler’in ırkçılık yapması ekseninde sürmesi, kavramların tarihi arka planını görmemizi engellemektedir.
Tartışmanın odağında bulunan ulus-millet sözcükleri farklı sözlük ve kişilerce farklı tanımlanmaktadır. Bu tanımlamalarda dikkati çeken şey, sözcüklerin tanımlanmasında siyasi eğilimin ağır basmasıdır. Bu noktadan hareketle “millet” sözcüğüne bakacak olursak Bernard Lewis “Millet kelimesi kökeni en nihayetinde Aramiceye dayanan Arapça ‘milla’dan geliyordu” diye açıklar. İslam Ansiklopedisinde de “mefhum, kelime” anlamında milla-mella ve “yazdırmak” anlamında amalla-amla kelimleriyle ilişkilendirilir. Ama en nihayetinde millet sözcüğünün belli bir dini topluluğu ifade edecek ve bazı durumlarda “din”le eşanlamlı olacak şekilde kullanıldığını görüyoruz. Kur’ani Kerim’de de Bakara Suresinin 135. ayetinde “Millete İbrahime” geçen bölüm “Hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız” şeklinde tercüme edilerek “millet”, bir şekilde “din”le eş anlamlı kullanılır. Ki toplum içinde “İbrahim’in milletindeniz” şeklinde kendini tanımlamaların olduğunu da görebiliyoruz. Böylece “millet”, dini topluluk ve İslam ümmeti gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğunda Türk milleti, Kürt milleti ya da Arap milleti yoktu, sadece bütün milletleri kapsayan “Müslüman milleti” vardı. Ulus sözcüğünün aslı ise “uluş” olmakla birlikte Moğolcaya “ulus” olarak geçmiş, oradan da Türkçeye girmiştir. Türkçenin en eski yazılı kaynakları olan Orhun abidelerinde “şehir, il, ülke, ahali” anlamında kullanılan “ulus”, Divanü Lügat't Türk'te ve Kutadgu Bilig'te de “köy, şehir” anlamında geçmiştir. Nihayetinde bugün TDK Türkçe sözlükte millet ve ulus sözcüklerinin eş anlamlı olarak kullanıldığını görüyoruz.
Ulus ve millet sözcükleri tarihsel ve sözlüksel anlamlarının dışında zamanla politik anlamlar içermeye başlamıştır. Özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra kurulan devlete yeni bir “ulus-millet” yapma projesinden dolayı sözcüklerin birçok anlamsal değişikliğe uğradığını görüyoruz. Türk milliyetçiliğinin esin kaynağı olan Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları kitabında “Türkçülük nedir?” sorusuna cevap arar. Gökalp “Türkçülük, Türk ulusunu yücelmektir” dedikten sonra ulusun soy (ırk) ve budun olmadığını, aynı ülke sınırları içinde yaşayan topluluk olamayacağını belirtip Osmanlıcılık ve İslamcılık yaklaşımlarını da eleştirdikten sonra şu tanımlamayı yapar: “Ulus, dil, din, ahlak ve estetik bakımından ortak olan, yani aynı eğitimi almış olan bireylerden oluşan bir topluluktur.” Özellikle 1920’lerde Türk Ocakları’nın kurultaylarında “Türk kimdir?” sorularına cevap aranmış ve akabinde agresif bir asimilasyon politikası izlenmiştir. 1924 anayasasının 88. maddesinde de tüm vatandaşlar “Türk” sayılırken tüm olanaklar diğer etnik unsurların geriletilmesi için seferber edilmiştir. Daha 1926’da İsmet İnönü “Biz açıkça milliyetçiyiz.” dedikten sonra yegane amaçlarının “Türk vatanı içinde Türk olmayanların behemehal Türk yapmaktır” diyordu. Özellikle “Türk” sözcüğünün aslında sadece “Türk”ü kapsadığı, dönemin Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’un “Bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” sözlerinde ortaya çıkıyordu. Burada “öz Türk” ifadesi, diğer etnik unsurlara karşı dışlayıcı-ırkçı yaklaşımı göstermesi açısından önemlidir.
Zaman içinde ulus-devlet yapılanmaları sistemlerine ulus yaratırken tekçi-asimilasyoncu yol izlemeye devam ettiler. Bunu yaparken de herkesi ürettikleri kavramlara inandırmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu sebeple bugün “ulus” birçok teorisyen tarafından farklı tanımlanmaktadır. Ulus sözcüğünü J.J. Rousseau “siyasal bir varlık”, Meineckete “siyasi milletler”, Benedict Andersen “ hayal edilmiş topluluk” olarak açıklarken kimi yerlerde de “siyasal yönetim”, “vatandaşlık bağıyla oluşan topluluk”, “ortak Pazar oluşturmak amacıyla bir araya gelen topluluk” şeklinde ifade edilmektedir. Bunun yanında “milliyetçilik”, ulusu yaratma yolunda araç işlevi gören bir doktrin olarak ele alınmaktadır. Türkiye’de ise “ulus” sözcüğünün başına “Türk” sözcüğü getirilerek her ne kadar “Türk”lük nötr yapılmak istendiyse de diğer kimliklere yönelik asimilasyoncu duruş bir itirazla karşılaştı.
Sonuç olarak “Türk ulusu” sözcüğünün “Türk milleti” dahil diğer “milletler”i kapsadığı şeklindeki yaklaşımlar gerçek dışıdır. Türk ulusu, etnik olarak Türkleri belirtmektedir. Eğer Türkiye’de yaşayan tüm farklı din ve milletleri kapsasaydı bugün diğer farklılıkların da kendilerini geliştirmeleri için her türlü olanak tanınırdı. Etnik bir yaklaşım yoksa o zaman Türkiye’nin Kerkük politikasını nasıl açıklayabiliriz? Türkiye’nin çeşitli kurumlarla Türkî devletlerle “Türk dünyası” ekseninde yürüttüğü ilişkiler, yaptığı yardımlarda etnik bir pozitif ayrımcılık yok mu? Türkiye üniversitelerine Türkî devletlerden tam burslu getirilen öğrenciler niçin getiriliyor? Ahıska Kürtleri de aynı eziyeti çektikleri halde 1992’de neden sadece Ahıska Türkleri için kanun çıkarılıp Türkiye’ye kabul edildiler? Bu tür soruları çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak ne denirse densin, Türkiye’de kelime oyunlarıyla Türk olmayanların asimilasyonu amaçlanıp Türk etnik unsuru lehine bir çalışma yapılmıştır.
Gaphaberleri.com: İbrahim Genç