“Hızı keşfettik ama yerimizde sayıyoruz. Makineleşme bolluk yerine yokluk getirdi. Bilgimiz bizi saygısız ve yobaz yaptı. Çok düşünüp az hissediyoruz. Makineden çok insanlığa ihtiyacımız var.” diyordu Charlie Chaplin, The Great Dictator adlı 1940 yapımı filmin sonunda... Artan makineleşmenin mutluluk getirmek yerine ölüm getirmesine bir isyandı bu. Çünkü ilerleyen zamanın getirdiği modernleşme bize bedel ödetiyordu. Kapital döngüler üzerinden modernleşiyorduk ve her şeyimiz satın alınabilir hale geliyordu. Erdemlerimiz değersizleşiyor, ruhumuz satılıyor, yüreğimiz hissetmiyordu. Sokaklarda müthiş bir karmaşa, kafalarda teneke sesleri, yürekte ağır tahribatlar... Çok yoğun geçen günler ve bir an kendini düşünememe hali... Vahşi kapitalizmin otomatlara çevirdiği insanlık halleri...

 

Böylece aşklar da kapitalleşiyordu usul usul... Öyle ki aşk, kapital bir birlikteliğin topluma kabul edilebilir bir şekle sokulmasının örtüsü oluyordu. Koşulsuz sevdalar yerini maddenin gücüne bırakıyordu. Ama bunu bile fark etmeden erdemden, ruhtan ve kalpten yoksunlaşıyordu herkes. Buna karşın çağın yeni insanı, kendini maaşı ya da memuriyeti üzerinden satmaya başlıyordu. Böylece o güzel şairler de sözcüklerini yüreklerine gömüp bir bir kuytulara çekildiler. Kapitalist modernite zamanlarının hissiz toprağında yeşerecek bir sevda sözcüğü bile kalmadı belki de... Aşk mı? Adeta şairlerin yüreğinde bir gömüt...

 

Aşk... Şairlerin yüreğindeki o gömüt... O gömütün içindeki gömü... Evvel zaman kitaplarına yüreği değip de bunun peşine düşenler vardır elbet. Dinlersen; Mem Ebbasi için yakılan ağıt açar sana aşkın kapılarını... Anlarsan; her gün bir Newroz alanında Mem ve Zin gibi karşılaşabilirsin aşkla... Ve seversen; Edûlê vatan olur sana, binlerce süvariye karşı sürersin atını Derwêşê Evdî gibi... Zaman geçiyor, bize modernizm dedikleri bir şeyler sunuyorlar. Daralıyor aşkın zamanı; perdeleri çek, ışıkları kapat ve beni dinle... Bu öyküyi sana, aşkın varlığının bir delili olarak anlatacağım. Ruhunu uyandır, yüreğini aç ama aklını uyut...

 

Hifa Hatun ile Süheyb’in Öyküsü

 

Asrı saadet yıllarının elbette aşkları da güzel olurdu. Allah’a koşulsuz teslimiyetin ve ancak onun rızası için yaşamanın getirdiği mütevazilik... Hazreti Peygamber Efendimizin mübarek devri... Medine... Kadınları güzel ama bir kadın var ki hepsinden daha da güzel; adına Hifa Hatun derler. Allah kendisine hem zenginlik hem güzellik ve en önemlisi de iman nasip etmiştir. Bunca güzellikleri kendinde barındıran Hifa Hatun’un namı kısa sürede her tarafa yayılmıştır. Bu sebepledir ki İran kisrası mı dersin, Habeş kralı mı dersin yoksa nice zenginler mi dersin bilemem ama herkes Hifa Hatun’a taliptir. Öyle ki erkek kardeşleri olanlar onunla akraba olmak için devreye hatırı sayılır insanlar koyarlar. Daha da ileri gidip eşlerine onu isteyen kadınlar olur, ona yakın olup onun sohbetinde bulunmak için... Ne var ki Hifa Hatun’un düşüncesinde buna dair bir şeyler yoktur.

 

Ta ki bir gün Peygamber Efendimizin yanına varıp derdini anlatana kadar... Biraz mahçup ve biraz da hüzünbaz bir dudak titrekliğiyle “Ey Allah’ın resulü! Bana beni cennete götürecek bir şey öğret” der. O anda bekler ki Hazreti Peygamber “Gündüzleri oruç tut, geceleri namaz kıl” desin ama öyle olmaz. Hazreti Peygamber, “Evlen ya Hifa!” der. Hifa Hatun, nice taliplerini reddeden Hifa bunun nedenini merak eden gözlerle bakarken Peygamber Efendimiz “Çünkü bununla dininin yarısını emniyete alırsın” der. Yüreği Rahman’ın sevdasıyla kül olan bir kul, Rahman’ın sevgilisinin bu öğüdüne koşulsuz teslim olur. O anda Hifa Hatun, “Beni Habeş Necâşîsi (kral) istedi, ben onu istemedim. Ubeydullah yüz deve ve başka şeyler de verdi, onu da kabul etmedim. Lakin siz ahirette kurtuluşumun evlilikten geçtiğini buyurdunuz. Siz kimi münasip görürseniz onunla evlenmeye razıyım.” deyiverir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kimsenin gönlünü bırakmayacak şekilde “Yarın sabah mescite ilk gelen kişi nasibindir.” der.

 

Kısa sürede bu durumdan herkes haberdar olur ve geceden herkes tedbirini alır. Tabii evsiz, yurttsuz ve fakir Süheyb de bunu duymuştu ama buna aldırmamıştı. Öyle ya kim ne etsindi onu? Ama hikmet bu ya, adeta Allah diğerlerinin gönlüne bir ağırlık vermiş ki o gün erken uyanamadılar. Böylece Peygamber Efendimiz zamanında mescite gidip beklerken bir gölge içeriye uzar. Bir de ne görsün? Fakir, çelimsiz ve yurtsuz ama takva sahibi Süheyb gelmiştir herkes evvel.

 

Namzdan sonra Hifa Hatun çağrılır. İkisinini nikahları kıyılır. Peygamber Efendimiz, “Ya Süheyb, kalk ve hanımın için bir şeyler al” der demesine ama Süheyb’te para mara yoktur. Bunun üzerine Hifa Hatun, içi 10 bin dirhem dolu bir keseyi uzatır ona. Bu sefer Hazreti Peygamber “Süheyb, hanımının elini tut ve onu evine götür” dediğinde Süheyb “Benim evim mesciddir. Hangi eve götüreyim?” der. Bunu duyan Hifa, eşini zor durumda bırakmamak adına “Falan yerdeki sarayımı sana bağışladım. Beni oraya götür” der. Etrafındaki herkes bu incelik ve takva karşısında duygulanmıştır ve onlara dua etmişlerdir..

 

Hifa Hatun ve Süheyb birlikte konağa gidip akşam yemeklerini yediler. Yatma vakti geldiğinde Süheyb, Hifa Hatun’a dönerek “Ya Hifa, Biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece mihnetim. Benim sükretmem gerek, senin de sabretmen gerek. İster misin bu geceyi taat ve ibadetle geçirelim. Zira Efendimiz ‘Cennette yüksek bir çardak vardir. Orada yalniz şükredenlerle sabredenler otururlar.’ buyurdular.” der. Böylece sabaha kadar ibadet ederek seccadelerini gözyaşlarıyla ıslattılar. Bu davranış karşısında Hz. Cebrail, onların cennetle müjdelendiklerini ve Allah’ı göreceklerini Peygamber Efendimize bildirmiştir.

 

Sabah namaza giden Süheyb’e Efendimiz, “Geceki halini sen mi anlatırsın yoksa ben mi anlatayım?” dediğinde Süheyb, “Allah’ın resulü en iyisini bilir.” cevabını verir. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, ikisinin cennet ve Allah’ın cemalini görmekle müjdelendiklerini söyler. O anda secdeye kapanan Süheyb “Yarabbi, o ki bana mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan ruhumu al” diye dua eder ve öylece secdede kalır. Süheyb ruhunu Rahman’a teslim etmiştir. Ashab ağlarken Peygamber Efendimiz, “Size daha ilginç bir şey söyleyeyim. Gidin bakın Hifa da ruhunu teslim etmiştir.” der. Nikahlarını maneviyatla cennete çeviren bu iki insan yan yana defnedilir ve baş uçlarına çakılan tahtaların birinde “Şükredenlerden Süheyb”, diğerinde de “Sabredenlerden Hifa” yazılır.

 

Yazar:İbrahim Genç -brhmgnc1@gmail.com /yuksekovahaber.com