Âlimlerimiz, bize birçok nasihat (öğüt) yaptıktan sonra en son ve önemli bir öğüt daha yaparlar. O öğüt; “Evladım… İster Cumhur Başkanı ol ister kapıcı, sakın istikametten ayrılma…) şeklindedir.

            Büyüklerimiz bu öğütlerinde de insan olarak her birimizin hayatta nasıl olmamız gerektiğini söylemekte ve “sakın istikamette ayrılma…” derken, istikamette olmak veya olmamanın kendi elimizde olduğunun vurgusunu yapmaktadırlar. Evet, irade-i cüz’iye dediğimiz, bu insana ait iradenin (insani gücün) doğru kullanılması gerekmektedir.

            Bir başka ifade ile hayatta tercih ettiğimiz yol bize, ya dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacaktır veya dünya ve ahiret felaketini…

            İnsanın dünyasını ve ahiretini ilgilendiren bu önemli konuda, doğru karar verilebilmesi ve istikametini belirleyebilmesi için onun bütün konulara objektif yaklaşması gerekir. Bir konuya şartlanmış (partizan) bir insan kesinlikle aklını kullanarak istikametini seçemez. Ona partisi tarafından empoze edilen görüşün peşine takılır ve bir de bakar ki yanlış bir hedefe doğru yol almaktadır. Bu başına bir felaket geldiğinde ve “ben nerede hata ettim” diyerek düşünmeye başladığında anlaşılır. Fakat bu anlamanın da ona bir faydası dokunmaz.      SIRAT-I MÜSTEGİYM

            Günde beş vakit namazı cemaatle kılan bir Müslüman, farz ve sünnet namazlarında 40 kere “İhdi nassıratel müsteğiym – Ya Rabbi, bizi doğru yola ilet” diye dua etmektedir. Bu dua ile kendisinin ve diğer Müslümanların, istikamete olabilmesini Allah’tan istemektedir.

            İslam, fazlalıktan ve eksiklikten münezzehtir (tam ve kâmildir.) Çünkü İslam Allah yapısıdır. Müslüman bu ve benzeri ibadetlerinde eğer doğru yolda (sırat-ı müsteğim) olmuş olsaydı, duanın şekli “bizi sırat-ı müsteğimden ayırma” şeklinde olması gerekmez miydi? Nitekim günümüz de bazı Müslümanlar; “Allah bizi sırat-ı müsteğiymden ayırmasın…” diye dua etmekte ve kendisinin ibadetlerini tam yapan bir Müslüman olması sebebiyle, dolayı sırat-ı müsteğiym de olduğunu zannetmektedirler.

            Şüphesiz “Dinin direği namaz…” başta olmak üzere diğer ibadetlerimiz bizim sırat-ı müsteğiyme girmemize vesile olacaklardır. Ama Müslüman’ın irade-i cüz’iyesi henüz ortada yoktur. O halde sırat-ı müsteğiym (istikamet) nedir? Ona nasıl girilir ve orada bir ömür nasıl kalınır? Eğer “Ben Müslüman’ım” dediği “beş vakit namaz kıldığı, oruç tuttuğu, zekât  verdiği, haç ve ümreye gittiği…” halde o Müslüman sırat-ı müsteğiym de değilse, (Allah onu doğru yola iletmemişse) bunda o Müslüman’ın aklını ve irade-i cüziyesini kullanmamışsa veya yanlış değerlendirme yaparak yanlış yola girmişse ne olacaktır?

            Peygamberimizin bizlere tavsiye ettiği bir başka önemli duada; “Ya ilahi… Bize Hak’kı hak bilip hakka ittiba (bağlanmayı) etmeyi, batılı da batıl bilip batıldan içtinabı (ayrılmayı) etmeyi bizlere nasip et” demekteyiz. Daha geniş manada aynı dua; “ALLAH ım, hakkı hak bilip hakka ittiba etmeyi, batılı da batıl bilip, batıldan içtinap etmeyi, hakkı her şeyin üstünde tutmayı, her işimizde hak ve hakikate isnat etmeyi, hak ve hakikat karşısında teslim olmayı, her daim Haktan ve haklıdan yana olmayı, hak ve hakikat uğruna mücadele edebilmeyi cümlemize nasip eyle. Amin” şeklindedir.

            ÖRNEĞİMİZ VE REHBERİMİZ

            Sevgili Peygamberimiz Mekke’de, İnsanlara iman etmelerini teklif ve tavsiye ederken Medine’ye hicret etmiş ve Medine’de Peygamberimiz etrafında kenetlenen Müslüman topluma, Adil düzenin kurarak onun yaşanmasını sağlamıştır. Demek ki sırat-ı müstegiym, “ferde iman ve topluma nizam”ın olarak yaşanmasıdır. Nitekim Yasin suresi ve diğer bazı surelerde geçen “haza sıratım müstegiym” ayetinden bunu anlamak gerekir. Zira Medeni ayetleri Ahkâm ayetleri olup hukuk, siyaset, ekonomi, ilim ve İslam ahlakının yaşanmasıdır.

            Bu esnada Medine de Müslümanlar, Münafıklar ve Yahudi kabileleri bulunmaktaydı.

            Şurası unutulmamalıdır ki Asr-ı saadetten günümüze ve günümüzden kıyamete kadar önümüze bu üçlü yapı hep çıkacak, Müslümanlar bu üçlü içinden doğrusunu bularak o yola girip girememe imtihanını yaşayacatır.

            Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız konuları günümüzün bir örneğiyle verirsek daha iyi anlaşılacaktır.

            HANGİ GEMİYE BİNMELİYİZ

            Müslüman, “galu bela…” gelerek ebede (ahiret hayatına) sonsuza giden bir yolcudur. Bu gün bulunduğu yerden yola çıkacaktır. Tabii ki Müslüman’ın Medine’ye gitmesi gerekir. Rıhtımda bekleyen ve üzerinde “Medine ye gider” yazısı bulunan, direğinde “Önce ahlak ve maneviyat bayrağı” dalgalanan, hoparlörlerinden kur’an sesleri duyulan gemiye binmelidir.

Zaman zaman kur’an-ı kerim kıratı kesilerek; “Dünya ve ahiret saadeti isteyenler bu gemiye buyursunlar” denmektedir. Geminin içinde başörtülü hanımlar, sakallı ve cübbeli insanlar görülmektedir.

            Diğer bir geminin üzerinde “Moskova’ya gider” diye yazmakta, onun içinde de bir takım insanların bulunduğu görülmektedir. Gemide müzik çalınmakta, müzik ara verince “Mutluluk Moskova’dır” diye anons edilmektedir. Az da olsa bu gemide de namaz kılan Müslüman’a rastlanmaktadır.

            Bir üçüncü gemi daha vardır. Onun üzerinde nereye gideceği bildiren bir yazı yoktur. Gemi çok büyük ve konforludur. O gemiden de kur’an-ı kerim sesleri duyulmakta, bazen ses kesilerek “Mutluluk Washington da veya Bürükseldedir” diye anonslar yapılmaktadır. Bu gemide de yine sarıklı cübbeli erkeler ve başörtülü hanımlar bulunmaktadır.

            Biz de rıhtıma geliyoruz ve bu gemilerden birine binmek istiyoruz. Ne dersiniz? Han gemiye binmeliyiz?

            İşte burada yolcu (Müslüman), tamamen kendi irade-i cüz’iyesiyle baş başa bırakılmış ve “Buyur… Hangisine binecek bin…” denmiştir. Pek tabiidir ki irade-i cüz’iyesini kullanarak bindiği gemi Medine’ye giden gemi ise kazanmıştır. Diğer iki gemi ise insanlara dünya ve ahiret felaketi hazırlamaktadır. Tarihte bunun gibi çok örnekler vardır.