I. Sabahın grisi ile havaalanına İbrahim Uygur arkadaşın arabasıyla Arif Faraç ile birlikte yola koyulduk.  Havaalanına gitmemizin nedeni;  Şanlıurfa Haliliye Belediye Başkanı Fevzi Demirkol’un Çanakkale’nin Milli parkını ve şehitlikleri gezip görmek  için yazarların toplu şekilde katıldığı bir günlük bir gezi turuydu. 
Güzergâhımız önceden malumumuz idi. Çanakkale benim de merak ettiğim bir yerdi. Bu şehri görmek yaşayanların yaşadıkları yerlerde bıraktığı izleri görmek, ders almak elbette önemliydi. “Çanakkale geçilmez” sözünün boşuna söylenmediğini bilmek için gidiyorduk.
Bilet alımları ve sonrası. Uçak büyük bir gürültüyle havalandı. Uçak havalandıktan sonra uçağın homurdanması sürdüyse de içeri bir sessizlik sardı. Sadece arkadaşlar arasından konuşmalar sessiz sürerken kimileri camdan bakarken kimileri uyumanın çarelerini arıyorlardı.  
Her uçuşun bende bir etki bıraktığını ve “Allahın ipine sarılmak” ayetini anımsarım. Farklı duygular içinde pencereden dışarı bakıyorum. Atatürk Barajı üzerinde uçarken o maviler arasındaki tepeleri bile  insanın görmesi bile insana ayrı bir haz veriyor.  Bazen kupkuru dağlar üzerinden ağır uçuyorsak da aslında ne kadar uçağın hızlı gittiğini pilotun açıklamasından öğreniyoruz. Sık ve koyu yeşil orman üzerinden uçuyoruz. Orman denince Şairin dediği gibi; “bir ağaç gibi hür bir orman gibi kardeşçesine” demesinin anlam kazanması için kanatlanmışız. Bu sevgiyi tatmak için ve ülkede farklı kimliklerin birlik ve beraberlik ruhu içinde kader birliğinin yaşandığı Çanakkale’ye gidiyoruz.   
Rotamız belli. Ancak pilotun hangi rotayı takip ettiğini bilmiyorum. Kendisi kelimelerle bir rota şekillendirdiyse de çok önemsemiyorum. Önemli olan varacağımız yer, Çanakkale… Yukarıdan baktığımızda Dağlar arasına sıkışmış gibi görünen köylerin, ilçelerin aslında etrafında geniş arazileri olduğu tarlaları çevreleyen çizgilerden kolayca anlaşılıyor.  Üzerinde uçtuğumuz yerleşim yerleri yan yana indirilmiş kibrit kutuları gibi görünüyor. Yollar ip ince gerili, kıvrım kıvrım bazen yuvarlak bir şekil verilmiş, bazen gerili bir kendir gibi uzayıp gidiyor. 
Dağ köylerin de sabah hazırlıkları sürdüğü görülüyor. Yer yer duman yükselişi bir yaşamın şeklinin ifadesiydi. Yukarıdan tarlalar serili halıları andırıyor. Sarı, yeşil ve kırmızı renk ovaları sarmalamış. Bir tarlayı yemyeşil rengiyle çocukluğumuzda çizdiğimiz uçak şeklinde görüyorum. Tarlayı ekenin onu uçak gibi görmesi mümkün değil, biliyorum. Bilerek yapmamış, ama yukarıdan her şey çok farklı görünüyor. 
Uçağın penceresi neleri paylaşmıyor ki; Bulut kümelerinin üstünde uçuşumuz çocukluk yıllarımızda ki konuşulanlarla ulaşılmaz olduğunu söyleyenlerin söylemlerini anımsıyorum. Pamuk kümesini andıran bulutların içinden uçmak ayrı bir haz veriyor insana… Her ne kadar ben bulutların geçtiğini sanıyorsam da aslında biz bulutları geride bırakarak gidiyoruz. Bulutlar bazen ince, bazen yoğun bir beyazlık için kayıyor altımızdan. Artık yağmur bulutların fersah fersah üstündeyiz.  Camdan uzaklara bakıyorum. Belli bir görüş ve belli bir açıdan sonra, göz alabildiğince sisli bir maviliğe mahkûm olan ufuktan gözlerimi ayırıyor. Yakın görüş mesafesine bakmaya devam ediyorum. 
Arada bir içeriye kulak kabartıyorum. Arkadaşlar şakalaşıyor. “hop hop inen var…”bir başkası Bu kaptan her erde durmaz." deyip gülüşüyorlar.
Yanımda bir “Balıklı.com” sitesin de çalışan genç bir gazeteci Mehmet Aslan… Hemen onun yanında, öğretmenlik yıllarımda öğrencim olan Müslüm İlyasoğlu, şimdi bir kamu kuruluşunda basın temsilcisi... İkimizin arasında oturan Mehmet Aslan ismen beni gıyaben tanıdığını, şimdi şahsen tanıdığı için memnuniyetini dile getiriyor. 
İnsan kendini aynadan görmezden gelse de üniversite bitirmiş öğrencimi yanımda görünce yaşlandığımı kabul etmemek mümkün mü? O her hareketi ile saygıda kusur etmiyor. İkisinin de gözleri pırıl pırıl hayata mutlu bakan ve başarının sırrını arayan hayatın mantalitesini kavramış gençler… 
Yeşillikleri görünce Ahmet Arif’in dizelerini anımsadım. 
“haberin var mı taş duvar?/ demir kapı, kör pencere, /yastığım, ranzam, zincirim,/uğruna ölümlere gidip geldiğim, /zulamdaki mahzun resim,/haberin var mı?/görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,/karanfil kokuyor sigaram/ dağlarına bahar gelmiş memleketimin..” Bu düşüncelerle dalıyorum.