Ben Müslüman’ım diyen bir insan,“İman etmiş” olduğunu ifade etmektedir. İman, “İslam, saadet sarayının” temelini oluşturur. İman kalptedir, gözle görülmez. İman etmediği halde Müslüman olduğunu söyleyen, içi başka dışı başka birisi, “riyakârdır, münafıktır” veya tarihte görüldüğü gibi Müslümanları kandıraran ve onlara ihanet eden birisidir.
Kur’an-ı Kerim birçok ayetinde, “Ey iman edenler” diye başlamakta, sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Rab’imiz, inanan bir insanı kendine muhatap alarak ona emir ve yasaklarını bildirmektedir. Düşünebiliyor musunuz? Yaratılmış ve aciz bir kul olarak Allah’a (c.c) muhatap olabilmek ne büyük bir şereftir. İşte Allah (c.c) bu şeref, sadece İslam’ı din olarak seçmiş bulunan Müslümanlara aittir.
Bir takım insanlar, hangi makam ve mevkide olurlarsa olsunlar, Müslümanları hafife almakta, inançlarından dolayı, giydikleri kıyafetlerden dolayı onları alaya almakta ve hatta hakaret etmektedirler. Kudret ve kuvvet sahibi Allah’a muhatap olma şerefine erişen Müslüman’ın yüceliği nerede, Müslümanları alaya almaya çalışan basit adamların seviyesi nerede. Bunlar bilmiyorlar ki, yaratıcısı ve onun emirleri uğranda göreceği bütün çile ve eziyetler karşısında Müslüman büyük ecirlere erişmekte, zorluklara karşı dayanma gücü artmakta ve çelikleşmektedir. Zalimlerin yanında yer alan işbirlikçiler ise isterse ibadetlerine ibadetler katsalar, büyük veballerin altına girmektedirler.
HAK’KA İMAN ESASTIR
“Efendim, o da din, bu da din. O ona inanıyor bu da buna inanıyor” diyemeyiz. Rabbimiz, inancımızın esaslarını bildirmiş, onun elçisi Peygamberimiz bunları Müslümanlara tebliğ etmiş (duyurmuş) tur. İmanının birinci maddesi, “Allah’ın varlığına ve birliğine…” inanmaktır. “Allah (hâşâ) üçtür”, diyenler ile tarih boyunca kutsal kitapları kendi çıkarları doğrultusunda tahrif ederek (değiştirerek), peygamberlerini yalanlamaya ve hatta öldürmeye teşebbüs ederek kendilerini ilah yerine koyan “…dalalet…” içinde olanlar, bir de “Allah (hâşâ) hiçtir” demeye yeltenen “…sapkınlar…” bulunmakta batıl inançlarına din kavramı yüklemeye çalışmaktadırlar.
Şirk (Allah’a ortak veya kendini ilah yerine koymak) büyük günahların başında gelir ve bütün kötülüklerin anasıdır. Aklı olduğu halde gerçekle yanlış arasındaki açık farkları göremeyen ve Allah’a şirk koşanların inançları, hiç hak ve hakikate inananların imanı ile bir tutulabilir mi? “Dinler arası diyalog” sözü bu bakımdan çok yanlış seçilmiş bir sözdür. Bu sözle karşınızdakinin dini ile kendi dininizi aynı seviyede tutuyorsunuz demektir. Buna Müslümanlar razı olsalar bile, Allah (c.c) razı olamamakta, Lokman suresi 13 de; “…Şirk, büyük bir zülümdür” buyrulmaktadır.
Hak ve hakikate inanmayanlara acımak, onların dünya ve ahirette mutlu olmalarını isteyerek, hidayetleri için çalışmak Müslüman’a büyük ecir ve sevaplar kazandırmaktadır. Peygamberimiz; “Bir insanın sizin elinizle hidayete (doğru yola) gelmesi, yerin altında hazineler bulmanızdan hayırlıdır” buyurmaktadır.
Bu, şu demek değildir. Madem bu adamların dinleri yanlıştır, o halde bu adamları esir edelim, vurup kırıp öldürelim. Hayır. Böyle bir şeyi yapmamıza da imkân yoktur. Çünkü bir başka İslam kuralı bizlere, “Din’de zorlama yoktur” buyurmaktadır. Din yani bir insanın dünya görüşü, o insanın kendi isteğiyle şekillenecek, ona hiçbir baskı uygulanmayacaktır.
İNANCIN TAMAMI
Allah’a imanın mütemmimi (tamlayıcısı) Hazreti Muhammed’in, onun kulu ve resülü (elçisi) olduğuna inanmaktan geçer. Çünkü kelime-i şehâdet (şahitlik)in ikinci kısmında “…Ve eşhedü enne Muhammeden abd-ü hu ve rasulu hü” şartı bulunmaktadır.
Kim ki, peygamberimizi tanımıyorsa, onun Allah’a (c.c) imanı da yok demektir. Bunlar, “kelime-i şehadet” ve “kelime-i tevhid” olarak belirtilen sözlerin belirttiği önemli gerçeklerdendir. Peygamberimizin “kul” olması, “Resul” kelimesinden önce zikredilmekte, bir insan olarak yaptığı hareketlerle, söylediği sözlerle bütün insanlığa örnek olmaktadır.
Elçi, onu göndereni temsil eder. “Elçiye zeval olmaz” O, ne getirmişse, ne istemişse elçiyi gönderenden getirmiş ve istemiştir. Elçiye hıyanet eden (yalanlayan) de elçiyi göndereni yalanlamış olur. Allah (c.c) da kulu Hazreti Muhammed’i tüm insanlığa elçi göndermiş ve “ O (Peygamber) size neyi vermişse onu alın, size neyi men etmişse (yasaklamışsa) ondan vazgeçin” buyurmuştur. Allah’ın kullarına düşen şey Allah’la (c.c) birlikte elçisini de tanımaktır. Kaldı ki, Nisa suresi ayet 59 da, “ Allah’a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” buyurmakla, böyle bir iddiayı baştan kesmektedir.
MEZHEPLERİN ÇIKIŞI
Allah’ı (c.c) ve Kur’an-ı kerimi en iyi tanıyan, onu en güzel bir şekilde yorumlayan Peygamberimizdir. Kim, “ben, Kur’ana bakar, ne diyorsa onu yaparım” diyorsa yanılmaktadır. Kimsenin Allah’ı (c.c) ve onun gönderdiklerini, Peygamberimiz kadar tanıması ve bilemesi mümkün değildir. Mesela, bunlar, Kur’an-ı Kerim’i kırk yıl okusalar, İslam’ın direği olan namazın miktar ve şeklini tayin edemezler. Her bir emrin uygulama ve detayları, bizzat Peygamberimizin uygulamasıyla (sünnetiyle) ve ifadeleriyle (Hadis-i şerifleri) ile ortaya çıkmaktadır. İşte, inançta bir değişiklik olmadan, uygulama ve detaylarda ki farklı algılama usulleri “Mezheplerin çıkmasını sağlamıştır