Hayatı (yaşamı) nasıl anlıyoruz? Hayat doğunca başlayan ölünce biten bir süreç midir? Doğmadan önce neredeydik? Öldükten sonra nereye gidiyoruz? Bu benzeri sorular, zamanımız insanını meşgul etmekle birlikte bu sorulara İslam dışında hiçbir dinden kendini tatmin edecek doğru dürüst bir cevap alamamaktadır.

Materyalist ve maddeci olan İslam dışındaki sistemler, hayata “hayat, doğum-ölüm arasındaki çizgiden ibarettir” gözüyle baktıkları ve buna inandıkları için hayat kendilerine anlamsız gelmekte, güçlü olanlar, zayıf ve güçsüz olanların haklarını ellerinden alarak en üst seviyede refaha kavuşmak istemektedirler. Kendi dışında ki insanların ne olup olmadıkları bunların umurunda olmamaktadır.

Ancak İslam, hayatı; doğumdan öncesi ve ölümden sonra olan bir zamana yaymaktadır. Böylece insan kafasındaki meçhullere (sorulara) cevap bulmakta, İslam’a inanan insan, kendinden ve geleceğinden emin olabilmektedir.

İslam’a inanan bir insan hayatını ölümden sonra gelecek hayata göre tanzim ettiğinden, hiç kimsenin hak ve hukukuna tecavüz etmemekte, kimsenin de kendi haklarına tecavüz etmesine fırsat vermemektedir. Zira İslam inancında, bir başkasının (bu isterse İslam’a inanmayan kimse olsun) haklarını ellerinden alanların ölümden sonraki hayatında Allah (c.c) tarafından mutlaka cezalandırılacağına inanılmaktadır.

Bu inancın, toplumda ki insanlarda yaygınlaşması, ayrıca polisiye tedbirlere ihtiyaç duyulmadan o toplumu mutlu bir toplum haline getirmekte, her kes karşısındaki insanın haklarına riayet edeceğinden insanlar güvenli bir sosyal hayatta emin olarak yaşamaktadırlar.

90 -100 yıldır insanımız materyalist, maddeci bir felsefe ile yetiştirilmiş olduğu halde, Ramazan aylarında polisiye olaylarında gözle görülebilen bir düşüş yaşanmaktadır. Bu düşüş elbette Ramazan da ülkemiz insanları, birbirlerinin haklarına daha çok saygılı olmalarından kaynaklanmaktadır.  

ÖLÜM, ŞEB’İ ARUZ’DUR

Materyalist düşünce sisteminde “ölüm” yok oluştur ve bir kayıptır. Hâlbuki ölümden sonrasına cevap verebilen İslam, fiziken ve ruhen öldü dediğimiz insanın, fani (geçici) dünyadan baki (ebedi, sonsuz) dünya’ya geçtiğini söylemektedir. Ve ölüm kesinlikle bir kayboluş ve yok oluş değildir. Ölüm, doğduktan ve bulûa erdikten sonra (mükellef – sorumlu) ölüm anına kadar yapılan iyilik ve kötülüklerin muhasebesine yani ceza gününe (mükâfat ve mücazat) iyiliklerin ve kötülüklerin karşılıklarının verildiği güne geçiş kapısıdır.

Pek tabiidir ki hayatını İslam’ın ölçülerine göre tanzim eden bir insan biraz da gönül taşıyorsa (Mevlana Hazretleri gibi) ölüm anı onun için “Şeb-i Aruz” yani yâre, aşığın maşukuna, Allah’a (sevgiliye) kavuşma günü, düğün günü olmaktadır.

Ahirete geçişin kapısı olan ölüm “Şehadet şerbetiyle” geçiliyorsa, bu durum geçen insanın ne büyük bir makam ulaştığını, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i Şerifler haber vermektedir.

İşte ölüm, insandaki dizginlenemez bencil arzu ve isteklerin bir gün sona ereceğini ona haykıran bir tellal’dır. Hele “hayırların başının, hakkı hâkim kılmak olduğu…” bilinirse buna “cihat” ve bu uğurda ölünmüş ise buna “Şehadet” denilmektedir.

Şehit; “Allah’ın (c.c) kendisine ikram ettiği yüksek makamı görerek ölmektedir. Onun için adı şehittir veya şahittir.

Şehitlik İslam’a ait bir kurumdur ve Kur’an-ı Kerim’de Allah; “Allah yolunda şehit olanlara ölüler, demeyin. Onlar sağdırlar ve Allah katında rızıklandırılıyorlar. Ama bunu siz bilemezsiniz” (Bakara suresi –154) buyuruyor. Şehit, herhangi bir hesaba çekilmeden doğruca Cennet’e girecek olandır.

Şehitlik çok yüksek bir makamdır. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Allah’ın rahmetiyle Cennet’e girmiş hiçbir kul dünyaya bir daha geri dönmek istemeyecek. Ancak şehitler müstesna. Onlar eriştikleri yüksek makamlarından dolayı defalarca dünyaya dönmek ve yine Allah yolunda savaşarak şehit olmak isteyeceklerdir” buyurmaktadır.

BÜYÜK AMAÇLAR İÇİN ÖLMEK

Şehitlik; Allah’ın emrinin yani hak’ın, yeryüzüne yayılması için yapılan mücadele sonunda canın verilmesinin adıdır. Yani yeryüzünde ki bütün insanlar (ister Müslüman olsunlar, ister olmasınlar) zulüm görmesin, sömürülmesin, taarruz ve tecavüze uğramasın, hakları elinden alınmasın, amacıyla mücadele yaparken ölen bir insanın makamıdır. Bu niyetle çalışan insan yatağında bile ölse (Hazreti Hamza (r.a) gibi) şehittir.

İnsanlık tarihi boyunca Hak’kın üstün tutulmasını isteyen Müslümanlar ile nefislerini ilah yaparak onu tatmin etmek ve kuvvetin üstün olması için çalışanlar birbirleri ile çarpışmaktadırlar. Hak’ka üstün tutanlar, kuvveti üstün tutanlara her türlü askeri ve teknik üstünlüğe sahip olsalar dahi, her zaman galip gelmişlerdir.

Zira Ebu Ubeyde Hazretlerinin Fars (İranlı) kumandana dediği gibi; “Sizin askerlerin yaşamayı sevdikleri kadar ölümü seven askerlerle üzerinize geliyoruz” inancı, zafere ulaşmak için önemli bir şarttır.

İnsanın dünyaya gelmesi; onun hayatı boyunca diğer insanlara faydalı olabilmesi için çalışması ve dünyanın yaşanabilir bir duruma gelmesi içindir. Peygamberimiz; “İnsanın hayırlısı, insanlara faydalı olandır” ifadesiyle bu gerçeğe işaret etmiştir. Diğer insanlara faydalı olabilmek bir takım manevi duygularla mücehhez olmayı gerektirir. Bu manevi duyguların insanda kemale erişmesini sağlayacak inanç ancak İslam’dır.