Allah resulü Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) içinde yaşadığı, ashabını (arkadaşları) eğitip yetiştirdiği zamana, Asr-ı Saadet denmektedir. Bu dönemde Allah’ın biz kullarına dünya ve ahiret saadeti sağlayacak emir, yasak ve ölçülerini ihtiva eden kur’an-ı kerim inzal olmuş, peygamberimizin hadis-i şerifleri (sözleri) ve sünneti (hareketleri) kur’anın yorumu ve açıklaması şeklinde kayıtlara geçmiş ve bize kadar ulaşmıştır.
Bu kıymetli devir, kıyamete kadar bütün Müslümanlar tarafından takip edilecek ve karşılaşılan bütün iyi ve güzel hallerde olacağı gibi bütün zorluk ve güçlüklerde de örnek alınacaktır.
İslam ferdin, toplumun, dünya ve ahretini sağlayacak kurallar koymuş, kulun kullarla olan hak ve görevleri, kulun Allah’a ait görevlerinin ölçülerini bildirmiştir. Müslümanlar, başlarında da Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere kur’an ölçüleri kendilerine rehber alarak yaşamışlar ve bunları hayatlarına tatbik etmişlerdir. Öyle ki, “Hz. Aişe validemizden, Peygamberin ahlakı nasıldır? diye sorulunca, O; “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Peygamberin ahlakı Kur’an ahlakıdır” demiştir.
İSLAM DEVLETİ
Asr-ı saadette döneminde Müslümanlar, Mekke’den Medine’e “hicret ederek” devletlerini kurmuş, bayrak ve âlemlerini tespit etmiş, ordularını hazırlamış, savaşlar yapmış, karşılarındakilerle çeşitli anlaşmalar imzalamış, değişik illere valiler atamış, topraklarında yaşayanlardan vergiler toplamış, şahıslar arasında oluşan ihtilaflı konular, peygamberimiz veya onun tayin ettiği insanlar (vali ve yargıç) çözüme kavuşmuşlardır. Kısacası bir devlette alınması gereken bütün kararlar alınmış, yapması gereken her şey yapılmıştır.
Bu dönemde Müslümanlar, Peygamberimizin, üç vasfı (konumu) bulunduğu biliyor, her bir vasfı için o vasfı karşılayacak davranış ve hareketlerde bulunuyorlardı. Bunlar; Nübüvvet (peygamberlik), İmamet (Devlet başkanlığı, ordu komutanlığı ve namaz imamlığı) ve Hâkimlik (kadılık, yargıçlık) vasıfları (özellikleri) idi.
Bir insanın Müslüman olabilmesi ve iman etmesi (kelime-i şahadet veya kelime-i tevhid ile) onun Nübüvvet (Peygamberlik) vasfını kabul ve tasdik etmiş olmasına bağlıdır.
AKABE BİATLARI
Bisetin (peygamberliğin) 12 ve 13. yıllarında Mekke de yeni bir durumla daha karşılaşılmış, olaylara “1. ve 2. Akabe’de biat’leri” denmiştir. Bu olayla, Peygamberimize yapılan bir başka bağlanma şekli ortaya çıkmaktadır. Ancak bu hareket peygamberimizin nübüvvet vasfına bağlanma değil, onun İmamet (imamlık, liderlik, reislik, başkanlık) vasfına karşı yapılan bir bağlanma şeklidir.
Müslümanlar, biatlerinde; “…her türlü zorluk karşısında, peygamberimizin yanında yer alacaklarını” ifade etmekte, onun elini tutarak yapmaktaydılar. Hanımlar da biat etmişler, onlar peygamberimizin eteğinden tutmak veya bir kap içerisinde bulunan su içerisine önce peygamberimiz sonra da hanımlar ellerini sokmak suretiyle yapmışlardır.
MUHAMMED ÜMMETİ
İslam’ın Medine döneminde insanlar iman ederek (Allahın varlığı ve birliği ile Hz. Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul ederek) Müslüman oluyor, arkasından da Peygamberimizin kendisine veya onun vekiline (ordu komutanı, vali veya tebliğ elçisi) biat ediyorlardı. Böylece devlete bağlı olacağına ve itaat edeceğine söz veren teba (uyruk) meydana geliyordu. Bu sosyal yapıya millet denmekteydi. Sosyal yapının organize olmuş şekline (bir başa bağlı, kendisine görev verilmiş, emir ve kumanda ile hareket edenlere) ise “Ümmet” veya İslami bir terim olarak “Muhammed ümmeti” denmekteydi.
Millet kelimesi Arapça bir kelime olup, bir toplumdaki inanç birliğini anlatır. Kur’an-ı kerimde bir ayette, “millet-i İbrahim-i hanifa” yani İbrahim (a.s) in milleti denmektedir. Millet ifadesi, coğrafi farklılığı, çizilmiş sınırların içine sıkıştırılamaz. Yeryüzünün neresinde olursa olsun bir Müslüman topluluk “Ümmet” kavramı içinde zikredilir.
Zamanımızda yanlış bir terim olarak, millet kelimesi, ulusallık karşılığı olarak kullanılmaktadır. Asr-ı saadet’te Arabî olan Hz. Ömer veya Hz. Ali ile Habeş-i olan (Habeşli bir eski köle) Bilal veya Faris-i (İranlı) olan Selman (r.a) arasında bir üstünlük bir farklılık olmadığı halde aynı milletin birer ferdi olarak eşit hak ve yetkilere sahip bulunmaktaydılar.
YARGIÇ PEYGAMBER
Peygamberimizin hâkimlik, kadılık (yargıçlık) vasfına yapılmış olan bağlanma ise onun verdiği kararları kabul ve uygulama şeklidir. İnsanlar arasındaki ihtilaflar Peygamberimize ulaştırılmış ve Peygamberimizin ilgili olaya verdiği çözüm kararı, taraflarca kabul edilmiş ve ihtilaflar çözüme kavuşmuştur.
Kelime-i şehadette “…abduhu ve rasüluhu” olarak belirtildiği gibi, kulluğun bir gereği her insan gibi Peygamberimiz de vefat etmiştir. “Hatemül enbiya” (son peygamber) olması sebebiyle de başka peygamber gelmeyecektir. O halde kıyamete kadar bir insan Müslüman olacaksa Peygamberimizin nübüvvetini kabul ve tasdik etmek zorundadırlar.
Ancak diğer iki vasfı (konumu) İmamet ve yargıçlık görevleri önce Halifelerine, (Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) geçti. Müslümanlar halifelere(devlet başkanlarına) biat ettiler ve onlara itaat ettiler. İhtilaflı konularını onlara götürdüler ve çözümlerine razı oldular. Devletin sınırları genişleyip işleri artınca ihtilaflı tarafların murafaasını (duruşmasını) kadılar (hâkim veya yargıç) yapmaya başladılar.
Zamanımızda âlim veya Şeyh efendilere yapılan bağlanma, biat olmayıp, “İntisap” adını taşımakta ve “o âlimin veya şeyhin ailesinden olma, eğitimine veya terbiyesine girme” manalarını anlatmaktadır. İman ve biat, haklarında açık ayetler olduğundan farzdır.