Bizler çok şükür inançlarımıza bağlı insanlarız. Fert olarak İslam’ın şahsımızı ilgilendiren konuları ile de toplum olarak bizlerden istenen emirlerine de uygun hareket etmeye çalışırız.Çünkü İslam’ın bir bütün olduğuna inanırız.
Müslüman toplumu ayakta tutan bağlardan biri Allah’ın (c.c) toplumumuzu ilgilendiren ve Medine de inzal olan ayetlerine uymak ise İslam’ın diğer bir rüknünün Emir’e bağlı olmak ve onun emirlerine uymak olduğuna inanan insanlarız. Hatta o kadar ki “Peygambere itaatin Allah’a itaat, Peygambere isyanın Allah’a isyan. Emir’e itaatin Peygambere itaat, Emir’e isyanın ise Peygambere isyan olduğunu... Hadis-i Şerif” biliriz.
Ancak bir şeye daha inanırız ki Emir de Allah’ın bir kuludur ve her kul gibi o da hata ile maluldur.Nitekim Hadis-i kutsi de Cenab-ı Hak’kın; “Sizler hatasız kullar olsaydınız sizi helak eder, yerinize hata eden ve af dileyen kullar halk ederdim” buyurmaktadır.
Zamanımız Müslümanlarına şöyle yanlış bir inanç yerleşmiştir. “Emir’in her yaptığında mutlaka bir hikmet vardır.” Doğrudur. Verilen emirlere bizim aklımız varmasa da onun arkasında bizim bilemediğimiz bir takım sebepler mutlaka bulunur.
Peki, ya Emir hata ederse (ki bu mümkündür) ona bu hatalarını kimler ve nasıl bildireceklerdir?
EMİRE HATALARINI BİLDİRME
İslam’da bir diğer önemli esas “zanla (su-i zanla) hareket etmemektir.Hucurat suresi 12. Ayette Cenab-ı Hak; “Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın...” buyurmaktadır.
Öyle ince bir çizgi tarif ediyor ki bize Allah (c.c); Emir de olsa bir hata varsa hem hatalar söylenecek ve hem de açıkça bilmediğimiz konuların arkasına düşülmeyecek yani zanla hareket edilmeyecek.
Bunun için Emir’e hatasını bildirecek insanın, konuyu “ilmelyakin veya aynelyakin bilmesi” yetmeyecek onu “hakk’elyakin bilmesi” gerekecektir.
Bizde hataları bildirmenin bir inceliği de hatanın, o hatayı yapan ferde ait olduğu mu yoksa toplum önünde yapılıp yapılmadığı, hatanın toplumu ilgilendirip ilgilendirmediğine iyi bakmaktır.
Eğer hata ferdî ise bu hata, o şahsın kendisine baş başa iken söylenmeli, bir kalabalık huzurunda söylenecekse hatayı yapanın ismi gizli tutulmalı ve sadece hata belirtilerek “İçimizde şöyle hatalar yapan arkadaşlarımız var. Bu hatalar inançlarımıza göre yanlıştır ve düzeltilmelidir” denmelidir. Hatası olan insan bu ikazdan kendi hatasını anlayıp onu düzeltmesi beklenmelidir.
Bu ikaza rağmen hata devam ediyorsa o zaman sadece hata yapan kardeşimizin bu hatadan kurtulması gaye edilerek onu bir üst kademeye bildirmektir. Memursa amirine, öğrenciyse hocasına, işçiyse patronuna hatayı da hata yapanı da bildirmektir. Çünkü bir üst makam hata yapanın hatasını düzeltmeye yetkili makamdır.
Eğer hata toplum önünde yapılmış ve toplumu ilgilendiriyorsa hatanın düzeltilmesi de toplum önünde yapılır. Burada dikkat edilecek şey hata yapan insanın nefsini kışkırtmamak olmamalıdır.
Yani zamanımızda parti, sendika veya geliri bol dernek kongrelerinde ve genel kurullarında yapıldığı gibi “tenkit etmek benim hakkımdır” diyerek mikrofonu eline alarak ve muhatabını birebir hedef göstererek yapılan tenkitler yanlıştır. Tenkiti yapılan insanın izzet-i nefsi zedelenirse o da buna cevap verecek sonra her iki tarafın adamları birbirlerine girecek, havada sandalyeler uçuşacak, kafalar gözler yarılacak... Ve aynı teşkilat içinde bile insanların birbirleri ile boğuştuğunu gören üyeler veya dertlerine çare arayan halkın umudu kırılmakta “bunlar kendi içlerinde birlik ve beraberliği sağlayamıyorlar. Bizim dertlerimize nasıl çözüm bulacaklar?” karamsarlığı içine gireceklerdir.
Aşağıda Asr-ı Saadet döneminde “Aşere-i mübeşşere – hayatında cennetle müjdelenmiş 10 kişi” den biri, Peygamberin Devlet Başkanlığı makamını işgal eden Halife, “El adl-ü esasül mülk – Adalet mülkün temelidir” kaidesini koyan kendi döneminde işleten insan, Hazret-i Ömer’in toplum içinde nasıl tenkit edildiğini ve buna nasıl cevap verdiğini göreceksiniz.
Hazret-i Ömer bir gün bir hutbe verirken;
“Ey Müslümanlar, dinleyin ve itaat edin” deyince, orada hazır bulunan Müslümanlardan biri;
“Ya Ömer. Seni ne dinleriz ve ne de sana itaat ederiz” dedi. Hazreti Ömer bunun sebebini sorunca da;
“Aynı savaşta beraber bulunduk. Savaş ganimetlerini eşit bir şekilde paylaştık. Ama orada elimize geçen kumaştan benim şu zayıf vücuduma bir elbise çıkmazken, senin bu iri vücuduna bir elbise nasıl çıktı?” dedi.
Hazreti Ömer Müslümanlar arasında bulunan oğlu Abdullah’a, “Ey Abdullah. Sen konuş” dedi.
Abdullah Bin Ömer; “Aynı savaşta ben de bulunmuştum. Bana da ganimetten düşen pay sizinkilerle aynı idi. Ancak babam hem Halife ve hem de elbisesi de çok eskiydi. Ben bana düşen payımı da babama vererek iki pay ile ona bir elbise yaptık” diye cevap verdi.
İtiraz eden ve soruyu soran ve Müslüman bu cevap üzerine; “Ey Ömer. Konuş. Hem seni dinleriz ve hem de sana itaat ederiz” dedi.