Sevgi toplumuna doğru                                                           

İnsanın huzur ve saadeti, toplumun mutluluğu, fert ve toplumu sevgi ziynetiyle bezemekle mümkündür. Sevgi öyle bir şeydir ki onu taşıyan insan önce kendisiyle barışık bir insandır. Sonra yakın çevresiyle ve içinde yaşadığı toplumla ve nihayet tüm insanlıkla barışıktır. Bütün dilek, temenni ve hareketlerinde sevginin filizlenmiş şeklini görmeniz mümkündür. Her kese kucak açar, her daralanın imdadına koşar, kendine kötülük yapanlara bile iyilikle mukabele etmeye çalışır.

Sevgi, bir ucundan sizin tuttuğunuz ilahi bir iptir. İlk basamağına adım attığınızda sizi Allah’a ulaştıracak bir merdivendir.

Sevgi, önce onu gönlünde taşıyanı huzur ve saadete ileten, buna paralel olarak da toplumun bu mutlu ortama girmesini sağlayan bir güzel duygudur.

Toplumda yaşayan insanlar, taşıdıkları sevgi nispetinde huzurludurlar

Amcasını öldüren ve hatta ceset üzerinde ona hakaretler eden bir insan olan Vahşi hazretlerini (çünkü sahabe olmuştur) bile affederek onu ashabı (arkadaşları) arasına kabul eden zat yani Peygamber efendimiz, bu davranışını sevgisini öfke ve kininin önüne geçirdiği için yapmış ve bizlere örnek olmuştur.

YA ÖFKE VE KİN

Öfke ve kin insanların kalbinde yer etmeye başlamışsa önce bu duyguları taşıyan insanlar bir çıkmazın içerisine girmekte taşıdıkları bu ağırlıklar onu ve yaşantısını yiyip bitirmektedir. Artık bu insan, hayalinde kurduğun planlarında hep öfkesini ve kinini teskin edecek (bastıracak) çareler aramakta adeta hayata gülerek bakmayı unutmaktadır.

Kendi nefsine söz geçiremeyen bazı insanlar kendilerine, ailesine veya bir kutsalına yapılan bir olay karşısında derhal tavır almaktadırlar.

Kin ve öfkenin önce onları kalbinde taşıyanlara büyük zararı olmakta, çevresindeki bütün insanların kendisine de bir kötülük yapacaklarını zannetmektedirler. Pek tabiidir ki kalbinde kin ve öfke taşıyanlar sonuçta önce kendi huzurunu yok etmekte, taşıdıkları huzursuzluğu başkalarına da ihraç ederek onların da huzursuz olmalarını sağlamaktadırlar.

Bu yanlışlar sonunda küsmeler, ilişkileri kesmeler ve kan davaları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu ise toplumda insanların birbirinden ayrılmalarına, ayrışmalarına, kavgalarına, öldürmelere, tecavüzlere sebep olmakta, fert ve toplumu bir kargaşaya bir anarşi içerisine sokmaktadır.

ÖRNEKLER

Bilhassa doğu illerimizde görülen kan davaları kin ve öfkenin dışa vurmuş şeklinden başka bir şey değildir. “O benim babamı öldürdü ben de onun babasını veya kendini öldüreceğim” gibi iptidai bir düşünce o düşünceyi taşıyan başta olmak üzere muhataplarını da huzursuzlukların içerisine itmez mi?

Hâlbuki “suçun şahsiliği” prensibi ilahi yasalarda olduğu gibi beşeri yasalarda da bulunmaktadır. Yani suç, işleyene aittir. O suçtan dolayı o insanın ne evlatları ve de yakınları sorumlu tutulamazlar.

Allah’ın (c.c) koyduğu ilahi kanunlarda olsun, yarın mahşer yerinde verilecek hesaplarda olsun her insanın yaptıklarından ancak kendisini sorumlu tutmakta ve kesinlikle babanın suçundan dolayı evladını veya yakınlarını muaheze (hesaba) etmemektedir. Atalarımız bunu, “her koyun kendi bacağından asılır” cümlesiyle veciz hale getirmişlerdir.

Bu gün Kahramanmaraş olayları, Sivas Madımak oteli yangını olayları, Menemen olayları gibi olaylar maalesef bu durumdan çıkartılmış, nesiller boyu bir kin gütme davası haline getirilmiştir.

Nasreddin hoca bir arkadaşıyla yolda giderlerken önlerine bir köpek çıkar. Hoca hemen bastonunun kaptığı gibi köpeğe vurmaya başlar. Arkadaşı dayanamaz;

  • Hocam. Allah’tan kork. Bu köpeğin ne suçu vardır ki dövüyorsun der. Hoca;
  • Geçenlerde bir köyde bana saldırmış benim bacağımı ısırmıştı, diye cevap verir.

Arkadaşı bu defa;

  • Aman hoca burası orası değil, bu köpekte o köpek değil, deyince Hoca;
  • Biliyorum. Ama bu da onun sülalesindedir (!) diye cevap verir.

1400 YILLIK BİR DAVA 

Muharrem ayında, Kerbela’da Peygamberimizin torunu Hazreti Hüseyin’i ve arkadaşlarını şehit eden Yezit ve ordusu elbette büyük bir cür’me imza atmışlardır. Ama aradan 1400 sene geçmiştir. Şimdi ne Yezit vardır ne de onun ordusundan bir kişi… Ama bu gün bu merasimler esnasında orada ki topluluğun kalplerine, sanki bu gün de Yezit varmışcasına kin ve nefret tohumları ekmek doğru değildir.

Eğer sadece acılarımızı merasimlerle tekrarlıyoruz, denecek olursa Peygamberimizin acılar karşısında ne yaptıklarına iyi bakmamız lazımdır. Zira o Cenab-ı Hak’kın bize örnek insan olarak gönderdiği bir peygamberidir.

Dedesi Abdülmuttalip, oğlu İbrahim, hanımı Hazreti Hatice vefat ettiler. Amcası Hazret-i Hamza şehit edildi. Hem de ne şahadet. Onu Vahşi adında biri öldürdü, Ebu Talibin hanımı Hind’de göğsünden ciğerini çıkarttırdı.

Peygamberimizin bu olaylar karşısında tavrı ne olmuştu? Bunların yıl dönümlerinde nasıl hareket etmişti? Allah’ın rızasını kazanmak isteyenlerin, cenneti kazanmak isteyenlerin buna çok dikkat etmesi lazımdır.

Eğer bu gün “Hazreti Hüseyin’in intikamını alacağız” diye düşünülüyorsa bu davranış bir mukadder soruyu gündeme getirmektedir ki o soru; “Kim veya kimlerden, alacaksınız?” sorusudur. Tabii bu davranış suçun şahsiliği prensibini ortadan kaldırmakta ve gelen nesilleri de suçlu gibi göstermeye kalkışılmaktır.

Merasimler, dualarla, niyazlarla ve salâvatlarla yapılmalı ve merasimdeki insanların “Ben o devirde yaşasaydım, belki taraflardan birinde yer alabilirdim ve kılıcım kana bulanabilirdi. Çok şükür ki bu devirde yaşıyorum. Öyleyse bugün dilimi kana bulanmaktan beni sen koru ya rabbi” diyebilmelidir.